Bakmak zorunda olduğum hasta, bir deri bir kemik, seksen küsurluk ninemden başka kimsem, hiçbir şeyim; ne işim, ne eşim, ne param, ne malım; canımdan başka hiçbir şeyim yok.
Babamı hatırlamıyorum; iki yaşımdayken bir sabah işe gidiyorum diye evden çıkmış, çıkış o çıkış. Zavallı anneciğim, el pisliği temizleyerek büyüttü beni. Ninem evde, annem işde, kıt kanaat geçinerek, bir lokma bir hırkayla yaşayıp giderken beni okuttular. Geçen sene, yani ben lise son sınıftayken, bir gün, annem eve gelmedi. Ninem, annemin bunca yıldan sonra daha fazla dayanamayıp kocaya kaçtığını, o elin adamıyla fing atarken bizim bu mezbelelikte çürüyerek öleceğimizi bağırınırken kapı çaldı; yüreğim ağzımda açtım. Elindeki siyah poşeti uzatan bir polis memuru, “başınız sağolsun kardeşim” dedi, “çok üzgünüm. Karşıdan karşıya geçerken.... freni patlayan bir kamyon....”. Gerisini duymadım.
Hayat devam ediyordu. Amelelik yaptım, yük taşıdım, aşağılandım, horlandım. Olsun, böylelikle ninemin karnını şimdiye kadar çorbayla da olsa doyurabildim. Az önce de bir yumurta kırdım, bayıla bayıla yedi, mesut memnun öğle uykusuna daldı. İki gündür kursağıma lokma girmediğini ninem bilmiyor. Sorduğunda, “dışarıda yedim” diyorum, kızıyor. “İtin dölü! Sen lokantalarda löp löp etleri ziftlen, bana, bu zavallıcık ihtiyara sade suya çorbayı kakala! Nankör! Kanı bozuk it! Sana verdiğim emekler haram olsun!”. Sesim çıkmıyor, üzülmesin kadıncağız.
Parmaklarımı aralayıp bakıyorum; ne insanları görüyor gözüm, ne börtü böceği, ne ağaçları, ne çimeni, çiçeği. İki parmağımı biraz daha aralayıp çöp kutusunun etrafını görmeye çalışıyorum. Bir çocuğun yiyemeyip attığı simit parçası, bir şımarık veledin ısırıp fırlattığı hamburger artığı umudum. Kuru ekmeğe de razıyım. İki gündür lokma yemedim, midem sırtıma yapıştı. Açım, çok aç.
Görünürde ağıza atacak bir şey yok; artık insanlar son kırıntısına kadar yiyorlar yiyeceklerini. Zaman, çok zor zaman. Son bir gayretle kalkıp yürüyüş yapıyor gibi çöp kutularının içine bir göz atsam mı? Düşüncesiyle bile tere bulandım; mümkün değil, yapamam. Öleyim, daha iyi! Öleyim mi! Öleyim mi? Fena fikir değil vallahi, böyle yaşamaktan iyidir. Ah! Ölemem ki! Nasıl öleyim? Ninem ne olacak? Annemin yadigârı, ikinci annem o. Bu kötülüğü nasıl yaparım ufacık tefeciğime! Bu yaşta, bu halde, bir başına nasıl bırakır da ölürüm? Arkamdan fazla kalmaz, o da gelir ya, cesedi bulununcaya kadar farelere yem olur kadıncağız. Yo, ölemem. Ölmek, bana yasak. İhtiyarı yoluyla yordamıyla toprağa vermeden, olmaz.
Nerede kaldı bu Yılmaz? İkide burada buluşacaktık. Saat kaç oldu acaba? Saat mi? Benim mi? Yok, sattım. Zaten işporta malı, dandik bir şeydi; Mehter Takımı gibi çalışıyordu. O günü zor çıkartabildim parasıyla, ona da şükür.
Yılmaz, “çok önemli” dedi sabah uğradığında. “Bütün gece düşündüm ve bir karara vardım. Şimdi anlatamam; annemi hastaneye götürüyorum. İkide muhakkak parkta ol.”.
Gelir elbet. ...... devami 3de
Babamı hatırlamıyorum; iki yaşımdayken bir sabah işe gidiyorum diye evden çıkmış, çıkış o çıkış. Zavallı anneciğim, el pisliği temizleyerek büyüttü beni. Ninem evde, annem işde, kıt kanaat geçinerek, bir lokma bir hırkayla yaşayıp giderken beni okuttular. Geçen sene, yani ben lise son sınıftayken, bir gün, annem eve gelmedi. Ninem, annemin bunca yıldan sonra daha fazla dayanamayıp kocaya kaçtığını, o elin adamıyla fing atarken bizim bu mezbelelikte çürüyerek öleceğimizi bağırınırken kapı çaldı; yüreğim ağzımda açtım. Elindeki siyah poşeti uzatan bir polis memuru, “başınız sağolsun kardeşim” dedi, “çok üzgünüm. Karşıdan karşıya geçerken.... freni patlayan bir kamyon....”. Gerisini duymadım.
Hayat devam ediyordu. Amelelik yaptım, yük taşıdım, aşağılandım, horlandım. Olsun, böylelikle ninemin karnını şimdiye kadar çorbayla da olsa doyurabildim. Az önce de bir yumurta kırdım, bayıla bayıla yedi, mesut memnun öğle uykusuna daldı. İki gündür kursağıma lokma girmediğini ninem bilmiyor. Sorduğunda, “dışarıda yedim” diyorum, kızıyor. “İtin dölü! Sen lokantalarda löp löp etleri ziftlen, bana, bu zavallıcık ihtiyara sade suya çorbayı kakala! Nankör! Kanı bozuk it! Sana verdiğim emekler haram olsun!”. Sesim çıkmıyor, üzülmesin kadıncağız.
Parmaklarımı aralayıp bakıyorum; ne insanları görüyor gözüm, ne börtü böceği, ne ağaçları, ne çimeni, çiçeği. İki parmağımı biraz daha aralayıp çöp kutusunun etrafını görmeye çalışıyorum. Bir çocuğun yiyemeyip attığı simit parçası, bir şımarık veledin ısırıp fırlattığı hamburger artığı umudum. Kuru ekmeğe de razıyım. İki gündür lokma yemedim, midem sırtıma yapıştı. Açım, çok aç.
Görünürde ağıza atacak bir şey yok; artık insanlar son kırıntısına kadar yiyorlar yiyeceklerini. Zaman, çok zor zaman. Son bir gayretle kalkıp yürüyüş yapıyor gibi çöp kutularının içine bir göz atsam mı? Düşüncesiyle bile tere bulandım; mümkün değil, yapamam. Öleyim, daha iyi! Öleyim mi! Öleyim mi? Fena fikir değil vallahi, böyle yaşamaktan iyidir. Ah! Ölemem ki! Nasıl öleyim? Ninem ne olacak? Annemin yadigârı, ikinci annem o. Bu kötülüğü nasıl yaparım ufacık tefeciğime! Bu yaşta, bu halde, bir başına nasıl bırakır da ölürüm? Arkamdan fazla kalmaz, o da gelir ya, cesedi bulununcaya kadar farelere yem olur kadıncağız. Yo, ölemem. Ölmek, bana yasak. İhtiyarı yoluyla yordamıyla toprağa vermeden, olmaz.
Nerede kaldı bu Yılmaz? İkide burada buluşacaktık. Saat kaç oldu acaba? Saat mi? Benim mi? Yok, sattım. Zaten işporta malı, dandik bir şeydi; Mehter Takımı gibi çalışıyordu. O günü zor çıkartabildim parasıyla, ona da şükür.
Yılmaz, “çok önemli” dedi sabah uğradığında. “Bütün gece düşündüm ve bir karara vardım. Şimdi anlatamam; annemi hastaneye götürüyorum. İkide muhakkak parkta ol.”.
Gelir elbet. ...... devami 3de