- O kadar derine dalma aslanım, vurgun yersin.
Ellerimi yüzümden çekerken çıkışıyorum.
- Nerede kaldın be oğlum!
- Ancak gelebildim. Devlet Hastanelerinin hâlini bilmiyorsun sanki!
- Haklısın. Nesi varmış annenin?
- O baş dönmeleri, çarpıntılar filân hep sinirselmiş.
- Oh, neyse.
- Oh, neyse mi! Ne diyorsun sen? Kadın, deliriyor be!
- Kalbinde ya da beyninde bir şey olsaydı daha mı iyiydi yani? E, ne dediler?
- Bir ton ilâç verdiler. İçip uyuyacak işte.
Bana da verseler de ben de uyusam, hep uyusam. Hiç acıkmasam, hiç ağlamasam, hiç düşünmesem, kahrolmasam.
- Hay Allah! Geçmiş olsun.
- Umarım olur. Hadi kalk da biraz yürüyelim.
Yürüyelim mi? Hâlim var mı da yürüyeceğiz? Tok, açın hâlinden anlar mı hiç? Hoş, Yılmaz da yarı aç, yarı tok yaşayanlardan ya, şimdi tok yarısında galiba.
- Hadi be oğlum! Kadı mı oturttu seni buraya! Kalksana!
- Kendimi pek iyi hissetmiyorum Yılmaz. Sen otursan daha iyi olur.
Eğilip endişeyle yüzüme bakıyor.
- Neyin var? Ne oldu?
Sessizlik.... Ağzımı açıp diyemiyorum, gururuma dokunuyor. Ne o? Neden bakışları değişti? Anladı mı, ne? Eşek değil ya, anlayacak tabii. Ne de olsa, yegâne arkadaşım. Dikkatinizi çekerim; dostum değil, arkadaşım.
Derin bir iç çekişle yanıma oturuyor. Birkaç dakika ne birbirimize bakıyoruz, ne de ağzımızdan bir lâf çıkıyor. Sonra birden kalkıp acele adımlarla caddeye doğru yürüyor, şaşırıyorum. Arkasından sesleniyorum; ne bakıyor, ne de cevap veriyor. Duymadı herhalde. Ya da duymamazlıktan geldi. Nereye gidiyor peki? Gelecek mi? Herhalde. Kafayı yemedi ya, böyle çekip gidilir mi? Elimiz mahkûm, bekleyeceğiz.
Karşı bankta oturan teyze bana bakıyor. Gözlerimi kaçırıyorum ama sonra dayanamayıp yine bakıyorum; gülümsüyor. Mecburen ben de. Hayda! Kalktı, bana doğru geliyor.
- Merhaba oğlum.
Toparlanarak “merhaba” diyorum. Yanıma otururken, “biliyor musun” diyor, “seni görünce, Hasan’ımı görmüş gibi oldum. Ellerini yüzünden çekince farkettim ne çok benzediğinizi.” Çantasını karıştırıyor, içinden pırlımpırtık bir cüzdan çıkartıp açıyor.
- Bak, aynı sen.
Bir asker, eski bir fotoğraftan bana bakıyor. Benzer bir tarafımız yok ama yine de “haklısınız” diyorum. Teyzecik öyle görmek istemiş besbelli, ne diye üzeyim şimdi.
- Şehit düştü evlâdım, Kıbrıs’ta.
Kıbrıs’ta mı? Ben o zamanlar yoktum bile.
- Başınız sağolsun teyzeciğim, çok üzüldüm.
- Sen sağol... Kader yavrum, kader! N’apıcaksın, elden bir şey gelmiyor. Olanla ölene çare yok....
- Doğru diyorsunuz teyzeciğim.
- Senin adın ne bakayım?
- Selim.
“Selim mi?” diyor hayıflanarak. “Yooo, Hasan’sın sen, Hasan!”
Ne diyeceğimi şaşırıyorum. Üzülüyorum da bir yandan. Hasan’ım deyip de kadıncağızı kandırarak mutlu mu etsem yoksa kimliğimi çıkartıp da göstersem mi?
“Ben Selim’im teyze” diyorum kırmamaya çalışarak.
Yüzüme muzip muzip bakarak hınzırca gülüyor. “Hasan, Hasaaaan. Senin adın Hasan, biliyorum.”
Başımı iki yana sallıyorum. Hayal kırıklığıyla iç çekiyor. “Hasan sandımdı, değil demek”
Sonra uzun uzun yüzüme bakıyor, içine çökmüş küçücük gözleri doluveriyor. İki damla gözyaşı yüzünün kırışıklıkları arasından süzülüp çenesine inerken “Sanki” diyor dudakları titreyerek, “sanki oğlumun ruhu senin bedeninde; gözlerinden o bakıyor, görüyorum. O sende.”
Bir anda dumura uğruyorum. Kalakalıyorum öyle bir şey diyemeden. Bunu ciddi mi söyledi? Yoksa, yoksa..... Ah teyzecik, sen de mi? İçim kopuyor.
Derin bir iç çekişle, “Bak, bu kurabiyelere bayılırdı Hasan’ım” diyor torbadaki son kurabiyeyi çıkartırken. “Elcağızlarımla yapar yedirirdim hep. Al oğlum, al, ye. Hasan’ım yemiş gibi içim yağ bal bağlasın. Al, al, çekinme.”
Alıyorum. ... devami 5 de
Ellerimi yüzümden çekerken çıkışıyorum.
- Nerede kaldın be oğlum!
- Ancak gelebildim. Devlet Hastanelerinin hâlini bilmiyorsun sanki!
- Haklısın. Nesi varmış annenin?
- O baş dönmeleri, çarpıntılar filân hep sinirselmiş.
- Oh, neyse.
- Oh, neyse mi! Ne diyorsun sen? Kadın, deliriyor be!
- Kalbinde ya da beyninde bir şey olsaydı daha mı iyiydi yani? E, ne dediler?
- Bir ton ilâç verdiler. İçip uyuyacak işte.
Bana da verseler de ben de uyusam, hep uyusam. Hiç acıkmasam, hiç ağlamasam, hiç düşünmesem, kahrolmasam.
- Hay Allah! Geçmiş olsun.
- Umarım olur. Hadi kalk da biraz yürüyelim.
Yürüyelim mi? Hâlim var mı da yürüyeceğiz? Tok, açın hâlinden anlar mı hiç? Hoş, Yılmaz da yarı aç, yarı tok yaşayanlardan ya, şimdi tok yarısında galiba.
- Hadi be oğlum! Kadı mı oturttu seni buraya! Kalksana!
- Kendimi pek iyi hissetmiyorum Yılmaz. Sen otursan daha iyi olur.
Eğilip endişeyle yüzüme bakıyor.
- Neyin var? Ne oldu?
Sessizlik.... Ağzımı açıp diyemiyorum, gururuma dokunuyor. Ne o? Neden bakışları değişti? Anladı mı, ne? Eşek değil ya, anlayacak tabii. Ne de olsa, yegâne arkadaşım. Dikkatinizi çekerim; dostum değil, arkadaşım.
Derin bir iç çekişle yanıma oturuyor. Birkaç dakika ne birbirimize bakıyoruz, ne de ağzımızdan bir lâf çıkıyor. Sonra birden kalkıp acele adımlarla caddeye doğru yürüyor, şaşırıyorum. Arkasından sesleniyorum; ne bakıyor, ne de cevap veriyor. Duymadı herhalde. Ya da duymamazlıktan geldi. Nereye gidiyor peki? Gelecek mi? Herhalde. Kafayı yemedi ya, böyle çekip gidilir mi? Elimiz mahkûm, bekleyeceğiz.
Karşı bankta oturan teyze bana bakıyor. Gözlerimi kaçırıyorum ama sonra dayanamayıp yine bakıyorum; gülümsüyor. Mecburen ben de. Hayda! Kalktı, bana doğru geliyor.
- Merhaba oğlum.
Toparlanarak “merhaba” diyorum. Yanıma otururken, “biliyor musun” diyor, “seni görünce, Hasan’ımı görmüş gibi oldum. Ellerini yüzünden çekince farkettim ne çok benzediğinizi.” Çantasını karıştırıyor, içinden pırlımpırtık bir cüzdan çıkartıp açıyor.
- Bak, aynı sen.
Bir asker, eski bir fotoğraftan bana bakıyor. Benzer bir tarafımız yok ama yine de “haklısınız” diyorum. Teyzecik öyle görmek istemiş besbelli, ne diye üzeyim şimdi.
- Şehit düştü evlâdım, Kıbrıs’ta.
Kıbrıs’ta mı? Ben o zamanlar yoktum bile.
- Başınız sağolsun teyzeciğim, çok üzüldüm.
- Sen sağol... Kader yavrum, kader! N’apıcaksın, elden bir şey gelmiyor. Olanla ölene çare yok....
- Doğru diyorsunuz teyzeciğim.
- Senin adın ne bakayım?
- Selim.
“Selim mi?” diyor hayıflanarak. “Yooo, Hasan’sın sen, Hasan!”
Ne diyeceğimi şaşırıyorum. Üzülüyorum da bir yandan. Hasan’ım deyip de kadıncağızı kandırarak mutlu mu etsem yoksa kimliğimi çıkartıp da göstersem mi?
“Ben Selim’im teyze” diyorum kırmamaya çalışarak.
Yüzüme muzip muzip bakarak hınzırca gülüyor. “Hasan, Hasaaaan. Senin adın Hasan, biliyorum.”
Başımı iki yana sallıyorum. Hayal kırıklığıyla iç çekiyor. “Hasan sandımdı, değil demek”
Sonra uzun uzun yüzüme bakıyor, içine çökmüş küçücük gözleri doluveriyor. İki damla gözyaşı yüzünün kırışıklıkları arasından süzülüp çenesine inerken “Sanki” diyor dudakları titreyerek, “sanki oğlumun ruhu senin bedeninde; gözlerinden o bakıyor, görüyorum. O sende.”
Bir anda dumura uğruyorum. Kalakalıyorum öyle bir şey diyemeden. Bunu ciddi mi söyledi? Yoksa, yoksa..... Ah teyzecik, sen de mi? İçim kopuyor.
Derin bir iç çekişle, “Bak, bu kurabiyelere bayılırdı Hasan’ım” diyor torbadaki son kurabiyeyi çıkartırken. “Elcağızlarımla yapar yedirirdim hep. Al oğlum, al, ye. Hasan’ım yemiş gibi içim yağ bal bağlasın. Al, al, çekinme.”
Alıyorum. ... devami 5 de