Kör ister bir göz, Allah verir iki göz. Ulan Selim, şansın mı açıldı ne? Burası Betül’ün evi, oğlum! Bu manda boku gibi yayıldığın kanape de Betül’ün kanapesi! Allaaah! İnanamıyorum! İnanamıyorum! Nihayet onunla beraberim. Aynı dört duvar içinde aynı havayı soluyorum. Elimi uzatsam dokunacağım. Bir rahatlık, bir huzur. İçimde garip duygular kıpraşıyor. Sanki kırk yıllık dost gibiyiz ikimiz. A, böyle bir şarkı vardı... İçli dışlı olduğumuzda söylerim kulağına, “sanki seninle kırk yıllık dost gibiyiz ikimiz... Sanki seninleee....”
Ne güzel bir duyguymuş bu! Uçuyorum sanki... İliğim kemiğim boşalır gibi oluyor. N’oluyo? N’olu.... N’o....
Bilincim yerine gelir gibi olduğunda ilk hissettiğim, sonsuz huzur ve mutluluktu ama birden paniğe dönüştü haliyle. Hiç kımıldamadan gözlerimi sağa sola devirdim; kimsecikler yoktu. Kafamı kaldırıp şöyle bir kendi halime baktım; “ulan köftehor, babanın evi mi lan burası! Bu ne yüzsüzlük!” dedim kendi kendime gevşek gevşek gülerek. Üstümde yumuşacık bir pike örtülüydü. Bacaklarımı kıvırmış, elimi de yastığın altına sokmuşum, horul horul uyumuşum, iyi mi! İnanılmaz bir adamım!
Bacaklarımı mı kıvırmışım? Ne! Ne! Çoraplar!
Hemen pikeyi üstümden atıp bakıyorum; oh, neyse çoraplarda delik meklik yok. Ayağımı iki elimle tutup burnuma dayıyorum; kokuyor mu, ne? E, n’apayım canım? Kendi kaşınmış.
Pikeyi katlarken, “uyandınız mı?” diye şakıyarak Betül giriyor içeri. Elim ayağım dolanıyor, pike elimden düşüyor. Yerden alıp yeniden katlamaya çalışırken “bırakın” diyor. “Ben hallederim.”
Kızın yüzüne bakamıyorum utancımdan. Ayak parmağımın ucuyla halının desenlerinin üstünden geçerken, “Çok özür dilerim” diyorum. “Nasıl oldu, anlayamadım.”
Kıkırdıyor. “Çok uykusuzdunuz herhalde” diyor anlayışla. “Aslına bakarsanız, siz birden uyuyup kalınca çok korktum. Hani, kalbiniz.... Allah korusun. Nefesinizi kontrol ettim. Öyle düzenliydi ki, içime sular serpildi, inanın. Ben de rahat edin diye ayakkabılarınızı çıkartıp üstünüzü örttüm”
“Size çok zahmet verdim. Nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum.”
Tam cümlemi “Betül Hanım”la bitirecekken, son anda çenemi tutuyorum.
“Boşverin.” diyor gülümseyerek. “İkimiz için de sıradışı bir gün, değil mi? Hem de komik.”
Karşılıklı gülüşüyoruz.
“Siz uyurken düşündüm de” diyor bilgiç bilgiç, “bunda bir keramet var sanki. Size de öyle gelmiyor mu?”
“Bilmem?”
Ah, kızım! Bir bilsen!
“Ben inanırım böyle şeylere. Kadere inanırım. Biz galiba.....”
Ah! Sevgili olacağız mı diyecek, ne? Desin, desin! Yo! Demesin! Hiç hoşlanmam bu kadar rahat kızlardan. Benim Betül’üm öyle biri olamaz.
“Galiba?”
“Bilmem ki? Çok iyi dost falan olacağız herhalde. Ya da.... Reankarnasyona inanır mısınız?”
Hayda! Bu da nereden çıktı şimdi?
“Üzerinde düşünmedim hiç” diyorum. Kötü mü dedim? Ne diyecektim ki?
Yüzüme uzun uzun bakıyor. “Bunda düşünecek ne var?” diyor hayretle. “Bu öyle bir şey ki, duyduğunuzda ya inanırsınız, ya da saçmalık olarak görürsünüz. Aman canım neyse, birer kahve yapayım ben. İçerken tartışırız bu konuyu.”
Ooooh! İşimiz iş! Daha epeyce buradayım galiba.
Ana! Ya kocası gelirse!
Seyahatte mi ki?
Ya kazma erken dönerse!
Uf ya! Ben kalkayım en iyisi. Şuradan sıvışıversem mi? Ama hayallerim tam göbekten gerçekleşmeye başlamışken kaçılır mı? Salak mıyım ben? Peki ya o herif geliverirse? O zaman ne olucam peki?
Ben böyle kendi kendime alıp verirken Betül, dumanı tüten iki kahve kupasıyla geliyor. “Sormadım ama” diyor, “bolca şeker koydum kahvenize. Kan şekeriniz düşmüş olabilir diye düşündüm.”
“Teşekkür ederim” derken parmağına bakmayı nihayet akıl edebiliyorum. Yok, yüzük müzük yok! Acaba ben uyurken çıkartmış olabilir mi? Üf! Çok huzursuzum ya!
“Eşiniz hafta sonları da çalışıyor galiba?” diyorum küt diye. Gözlerini kocaman açıp şaşkın şaşkın yüzüme baktıktan sonra kahkahaları peşpeşe sıralamaya başlıyor. “Ay” diyor gözlerinden gelen yaşları silerken, “evli olduğumu da nereden çıkarttınız?”
“Değil misiniz?
“Yoooo.”
Ooooh! Şükürler olsun ya Rabbim!
Anlat Betülcüğüm, anlat! Reankarnasyon mudur, nedir, onu da anlat, başka şeyler de anlat... Sabaha kadar anlat! Hatta istersen hiç konuşma, sus; gözlerimiz konuşsun. Nasıl da işime gelir!
Yaaa, işte böyleyken böyleee!
Günler günleri takip etti ve biz her gün görüştük. Görüştükçe ısındık, ısındıkça kaynadık. Sonunda gün geldi, fokur fokur fokurdarken kazan taştı. Anlayacağınız ilişkimiz had safhadaydı, ayıptır söylemesi.
Mutluyduk. Çok mutluyduk. İkimizin de gözü birbirimizden başka kimseyi görmüyordu. Bu arada ninemi ve Filiz’i çok ihmal etmiştim. Filiz, beni aklınıza gelebilecek en kötü şeylerle suçluyor, adımın önüne arkasına sıfat üstüne sıfat yerleştiriyordu. Aman ya, bana ne! Ne derse, desin! Çatlak!
Ninemin de Filiz’den pek farkı yoktu, ha. Olsun, istediğini desin; o anamın yadigarı.
Vicdan azabı çekiyordum. Her gün bakketten çıkınca koşarak eve gidiyor, ninemin ihtiyaçlarını görüp yine koşa koşa Betül’e gidiyordum. Aklım evde kaldığı için, gece Betül’de kalamıyordum. Çok geç de olsa muhakkak eve dönüyordum ama bunun nineme faydası yoktu tabii. Geldiğimde ufacık tefeciğim çoktan uyumuş oluyordu.
Betül, evini bir kız arkadaşıyla paylaşıyordu. Yok, o saçı boncuklu kız değil; başka birisi. Ev arkadaşını hiç görmedim; memleketine gitmiş. Yandaki dairede de okuldan kızlar kalıyorlarmış. Hani benim deli danalar gibi evin önünde dolanıp saatlerce nöbet tuttuğum zaman var ya, hani hiç kimseler yoktu; o zaman kızlar, meğerse kısa bir tatile çıkmışlar hep beraber. Tabii ki ben hiçbir şey anlatmadım. Anlatır mıyım? Daha önceden onu tanıdığım çıkardı ortaya. Ha, söylemeyi unuttum; Betül ve arkadaşları üniversite öğrencileri. Betül, psikoloji okuyor.
Aşk, meşk, canım, cicim gayet iyi gidiyordu ama ben o ilk heyecanı atlattıktan sonra çok tedirgin olmaya başlamıştım. Ah, şimdi “erkek milleti değil mi! Kızdan hevesini aldı, şimdi yan çizmek için bahaneler arıyor” diyorsunuz, değil mi? Vallahi de öyle değil, billahi de öyle değil. Onu ne çok sevdiğimi artık siz de anlamadıysanız ben ne diyim yani? Benim tedirginliğim başkaydı.
Bir kere, kızın ailesi zengindi, benim durumumu zaten biliyorsunuz. Ciddi şekilde komplekse kapılmıştım. Mecburen hayal gücümü çalıştırıp fazla mesai yaptırmak zorunda kaldım. Attım, “Adana’lıyım” dedim. Onların zengini çok ya. “A, hiç Adana’lıya benzemiyorsun.” dedi, haklıydı. Hemen kıvırdım; “ben anne tarafına benzerim. Annem, Ankara’lı.” Bu, doğruydu.
Annemin Ankara’lı olduğunu duyunca bir sevindi, bir sevindi. “Ben de Ankara’lıyım” dedi. “Evimiz de orada.”
Hayretler içinde “yaaa?” dedim sanki bilmiyormuşum gibi., “Ne güzel tesadüf!”
“E, neden buradasın? Ne iş yapıyorsun? Sen de mi öğrencisin?”
Bir an ne diyeceğimi şaşırdım. Doğruyu söyleyecek değildim elbet. Yalan atmak kolaydı, bir meslek uyduruverirdim ama ya sonra foyam ortaya çıkarsa?
“Ben” dedim gözlerimi uzaklara daldırarak, “Ben.... Boşver. Hazin hikaye.”
“Aaaa... Lütfen! Anlat, anlat.”
Derin bir iç çekişle, “belki başka zaman” dedim gizemli gizemli. O an ne uyduracağımı bilememiştim.
Israr etmedi. Bir süre inceler gibi yüzüme baktıktan sonra “ama bir gün, muhakkak” dedi.
“Bir gün, muhakkak.”
Sonraki günler konuya hiç değinmedi ama sanki benden birazcık uzaklaşır gibi olmuştu. Bir an önce insanın içini kopartacak bir öykü uydurmalıydım. Fakat, bir de şöyle bir durum vardı ki, o da, bizim onu çarptığımız günden hiç söz etmemesiydi. Bekledim, bekledim; hani belki kendiliğinden anlatır dedim ama uzaktan yakından konuya değinmedi. Benim için ikircikli mevzu olduğundan ben de lafı kapkaça, hırsızlığa filan getiremiyordum. Hani, afedersiniz ama, derler ya; içgilli büzük dingilder, diye. Benimki de o hesap.
Ne güzel bir duyguymuş bu! Uçuyorum sanki... İliğim kemiğim boşalır gibi oluyor. N’oluyo? N’olu.... N’o....
Bilincim yerine gelir gibi olduğunda ilk hissettiğim, sonsuz huzur ve mutluluktu ama birden paniğe dönüştü haliyle. Hiç kımıldamadan gözlerimi sağa sola devirdim; kimsecikler yoktu. Kafamı kaldırıp şöyle bir kendi halime baktım; “ulan köftehor, babanın evi mi lan burası! Bu ne yüzsüzlük!” dedim kendi kendime gevşek gevşek gülerek. Üstümde yumuşacık bir pike örtülüydü. Bacaklarımı kıvırmış, elimi de yastığın altına sokmuşum, horul horul uyumuşum, iyi mi! İnanılmaz bir adamım!
Bacaklarımı mı kıvırmışım? Ne! Ne! Çoraplar!
Hemen pikeyi üstümden atıp bakıyorum; oh, neyse çoraplarda delik meklik yok. Ayağımı iki elimle tutup burnuma dayıyorum; kokuyor mu, ne? E, n’apayım canım? Kendi kaşınmış.
Pikeyi katlarken, “uyandınız mı?” diye şakıyarak Betül giriyor içeri. Elim ayağım dolanıyor, pike elimden düşüyor. Yerden alıp yeniden katlamaya çalışırken “bırakın” diyor. “Ben hallederim.”
Kızın yüzüne bakamıyorum utancımdan. Ayak parmağımın ucuyla halının desenlerinin üstünden geçerken, “Çok özür dilerim” diyorum. “Nasıl oldu, anlayamadım.”
Kıkırdıyor. “Çok uykusuzdunuz herhalde” diyor anlayışla. “Aslına bakarsanız, siz birden uyuyup kalınca çok korktum. Hani, kalbiniz.... Allah korusun. Nefesinizi kontrol ettim. Öyle düzenliydi ki, içime sular serpildi, inanın. Ben de rahat edin diye ayakkabılarınızı çıkartıp üstünüzü örttüm”
“Size çok zahmet verdim. Nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum.”
Tam cümlemi “Betül Hanım”la bitirecekken, son anda çenemi tutuyorum.
“Boşverin.” diyor gülümseyerek. “İkimiz için de sıradışı bir gün, değil mi? Hem de komik.”
Karşılıklı gülüşüyoruz.
“Siz uyurken düşündüm de” diyor bilgiç bilgiç, “bunda bir keramet var sanki. Size de öyle gelmiyor mu?”
“Bilmem?”
Ah, kızım! Bir bilsen!
“Ben inanırım böyle şeylere. Kadere inanırım. Biz galiba.....”
Ah! Sevgili olacağız mı diyecek, ne? Desin, desin! Yo! Demesin! Hiç hoşlanmam bu kadar rahat kızlardan. Benim Betül’üm öyle biri olamaz.
“Galiba?”
“Bilmem ki? Çok iyi dost falan olacağız herhalde. Ya da.... Reankarnasyona inanır mısınız?”
Hayda! Bu da nereden çıktı şimdi?
“Üzerinde düşünmedim hiç” diyorum. Kötü mü dedim? Ne diyecektim ki?
Yüzüme uzun uzun bakıyor. “Bunda düşünecek ne var?” diyor hayretle. “Bu öyle bir şey ki, duyduğunuzda ya inanırsınız, ya da saçmalık olarak görürsünüz. Aman canım neyse, birer kahve yapayım ben. İçerken tartışırız bu konuyu.”
Ooooh! İşimiz iş! Daha epeyce buradayım galiba.
Ana! Ya kocası gelirse!
Seyahatte mi ki?
Ya kazma erken dönerse!
Uf ya! Ben kalkayım en iyisi. Şuradan sıvışıversem mi? Ama hayallerim tam göbekten gerçekleşmeye başlamışken kaçılır mı? Salak mıyım ben? Peki ya o herif geliverirse? O zaman ne olucam peki?
Ben böyle kendi kendime alıp verirken Betül, dumanı tüten iki kahve kupasıyla geliyor. “Sormadım ama” diyor, “bolca şeker koydum kahvenize. Kan şekeriniz düşmüş olabilir diye düşündüm.”
“Teşekkür ederim” derken parmağına bakmayı nihayet akıl edebiliyorum. Yok, yüzük müzük yok! Acaba ben uyurken çıkartmış olabilir mi? Üf! Çok huzursuzum ya!
“Eşiniz hafta sonları da çalışıyor galiba?” diyorum küt diye. Gözlerini kocaman açıp şaşkın şaşkın yüzüme baktıktan sonra kahkahaları peşpeşe sıralamaya başlıyor. “Ay” diyor gözlerinden gelen yaşları silerken, “evli olduğumu da nereden çıkarttınız?”
“Değil misiniz?
“Yoooo.”
Ooooh! Şükürler olsun ya Rabbim!
Anlat Betülcüğüm, anlat! Reankarnasyon mudur, nedir, onu da anlat, başka şeyler de anlat... Sabaha kadar anlat! Hatta istersen hiç konuşma, sus; gözlerimiz konuşsun. Nasıl da işime gelir!
Yaaa, işte böyleyken böyleee!
Günler günleri takip etti ve biz her gün görüştük. Görüştükçe ısındık, ısındıkça kaynadık. Sonunda gün geldi, fokur fokur fokurdarken kazan taştı. Anlayacağınız ilişkimiz had safhadaydı, ayıptır söylemesi.
Mutluyduk. Çok mutluyduk. İkimizin de gözü birbirimizden başka kimseyi görmüyordu. Bu arada ninemi ve Filiz’i çok ihmal etmiştim. Filiz, beni aklınıza gelebilecek en kötü şeylerle suçluyor, adımın önüne arkasına sıfat üstüne sıfat yerleştiriyordu. Aman ya, bana ne! Ne derse, desin! Çatlak!
Ninemin de Filiz’den pek farkı yoktu, ha. Olsun, istediğini desin; o anamın yadigarı.
Vicdan azabı çekiyordum. Her gün bakketten çıkınca koşarak eve gidiyor, ninemin ihtiyaçlarını görüp yine koşa koşa Betül’e gidiyordum. Aklım evde kaldığı için, gece Betül’de kalamıyordum. Çok geç de olsa muhakkak eve dönüyordum ama bunun nineme faydası yoktu tabii. Geldiğimde ufacık tefeciğim çoktan uyumuş oluyordu.
Betül, evini bir kız arkadaşıyla paylaşıyordu. Yok, o saçı boncuklu kız değil; başka birisi. Ev arkadaşını hiç görmedim; memleketine gitmiş. Yandaki dairede de okuldan kızlar kalıyorlarmış. Hani benim deli danalar gibi evin önünde dolanıp saatlerce nöbet tuttuğum zaman var ya, hani hiç kimseler yoktu; o zaman kızlar, meğerse kısa bir tatile çıkmışlar hep beraber. Tabii ki ben hiçbir şey anlatmadım. Anlatır mıyım? Daha önceden onu tanıdığım çıkardı ortaya. Ha, söylemeyi unuttum; Betül ve arkadaşları üniversite öğrencileri. Betül, psikoloji okuyor.
Aşk, meşk, canım, cicim gayet iyi gidiyordu ama ben o ilk heyecanı atlattıktan sonra çok tedirgin olmaya başlamıştım. Ah, şimdi “erkek milleti değil mi! Kızdan hevesini aldı, şimdi yan çizmek için bahaneler arıyor” diyorsunuz, değil mi? Vallahi de öyle değil, billahi de öyle değil. Onu ne çok sevdiğimi artık siz de anlamadıysanız ben ne diyim yani? Benim tedirginliğim başkaydı.
Bir kere, kızın ailesi zengindi, benim durumumu zaten biliyorsunuz. Ciddi şekilde komplekse kapılmıştım. Mecburen hayal gücümü çalıştırıp fazla mesai yaptırmak zorunda kaldım. Attım, “Adana’lıyım” dedim. Onların zengini çok ya. “A, hiç Adana’lıya benzemiyorsun.” dedi, haklıydı. Hemen kıvırdım; “ben anne tarafına benzerim. Annem, Ankara’lı.” Bu, doğruydu.
Annemin Ankara’lı olduğunu duyunca bir sevindi, bir sevindi. “Ben de Ankara’lıyım” dedi. “Evimiz de orada.”
Hayretler içinde “yaaa?” dedim sanki bilmiyormuşum gibi., “Ne güzel tesadüf!”
“E, neden buradasın? Ne iş yapıyorsun? Sen de mi öğrencisin?”
Bir an ne diyeceğimi şaşırdım. Doğruyu söyleyecek değildim elbet. Yalan atmak kolaydı, bir meslek uyduruverirdim ama ya sonra foyam ortaya çıkarsa?
“Ben” dedim gözlerimi uzaklara daldırarak, “Ben.... Boşver. Hazin hikaye.”
“Aaaa... Lütfen! Anlat, anlat.”
Derin bir iç çekişle, “belki başka zaman” dedim gizemli gizemli. O an ne uyduracağımı bilememiştim.
Israr etmedi. Bir süre inceler gibi yüzüme baktıktan sonra “ama bir gün, muhakkak” dedi.
“Bir gün, muhakkak.”
Sonraki günler konuya hiç değinmedi ama sanki benden birazcık uzaklaşır gibi olmuştu. Bir an önce insanın içini kopartacak bir öykü uydurmalıydım. Fakat, bir de şöyle bir durum vardı ki, o da, bizim onu çarptığımız günden hiç söz etmemesiydi. Bekledim, bekledim; hani belki kendiliğinden anlatır dedim ama uzaktan yakından konuya değinmedi. Benim için ikircikli mevzu olduğundan ben de lafı kapkaça, hırsızlığa filan getiremiyordum. Hani, afedersiniz ama, derler ya; içgilli büzük dingilder, diye. Benimki de o hesap.