Bir gün, yataktayız; yakmışız sigaralarımızı, dinleniyoruz. O da bir yandan oramı buramı öperken terimi siliyor, üzerinize afiyet.
Durup dururken birden gözlerim doluverdi. Vicdan azabım, gırtlağıma kadar gelmiş, “artık beni daha fazla bastırmana izin vermiyorum” diyerek isyan ediyordu. Yataktan fırladığım gibi kendimi banyoya attım. Kızcağızın kafası olmuş meyva gibi çarşafa düşüvermişti.
“Hey! N’oluyor?” diye bağırdı arkamdan.
“Yok bir şey. Duş alacağım. Sen kahveleri hazırla.”
Evet! Hödüğüm, hırtım, ayıyım, hıyarım, magandayım! Ne derseniz deyin, kabulüm. Ama n’apayım; onun yanında ağlamak istemedim işte. Hem nasıl açıklardım? Bir yalan daha mı? Yalan söylemekten ve bu yalanları sürdürmekten öyle yorgun düşmüştüm ki!
Banyo sonrası kahve faslında, “biliyor musun, iyi ki üçüncü katta oturuyorsun.” dedim durup dururken.
Yüzüme tepeden tepeden bakarak, “niye ki?” diye sordu.
“Niyesi var mı, canım? Görmüyor musun, hırsızlıklar aldı başını gidiyor.”
“Ne yani? Böylelikle hırsızların şerrinden korunmuş mu oluyorum? Hah! Sana öyle geliyor!”
Kalbim küt küt çarpmaya başlamıştı. Nihayet konuya geliyorduk.
“Yoksa buraya da mı girdiler?” diye sordum endişeyle.
Acayip sahtekarım!
“Yooo.” dedi, altına aldığı ayağını uzatırken. “Beni dışarıda çarptılar.”
“Demeee! Ne zaman? Nerede?”
Ve hepimizce malûm olayı başladı anlatmaya.
“Aybaşıydı. O sabah bizimkiler beşyüz göndermişlerdi. Sevim’le..”
“Kim?”
“Ev arkadaşım, canım. Anlatmıştım ya. Onunla bankaya gidip yüzyirmibeşerden ikiyüzelli milyon kiramızı yatırdık. Sonra kuaföre gittik. Bir ellilikte orada bıraktıktan sonra Sevim’e kırkbeş milyon verdim. Faturalardan payıma düşen o kadardı. O ödemeleri yapmaya gitti. Ben de Leyla’yla Taksim’de buluştum. Beraber Akmerkez’e gidip dolaşacaktık.”
“Gitmediniz mi? Yoksa Taksim’de mi çarpıldın!”
Çok adiyim!
“Gittik. Otobüse paralı bindim, zil indim, maalesef.”
“Otobüste mi soyuldun yani? Belki binmeden/”
Kızgınlıkla lafımı kesti. “Olur mu canım! Otobüs parasını ben ödedim.”
“Haaa! O zaman haklısın tabii.”
Bir yandan da habire hesap yapıyor, Yılmaz beni ne kadar kazıkladı, onu anlamaya çalışıyordum.
Koyun can derdinde, kasap et.
Şöyle kafadan bir toplama çıkarma yaptım; otobüsteyken Betül’ün çantasında ikiyüzseksen milyon olması gerekiyordu. Tabii önceden kalan para yoksa. İkiyüzseksen bölü iki ne eder? Vay adi, vay! Seksenbeş milyon kazıklamış beni, düz hesap! Diyorum ben size, bu zamanda ne arkadaşı, ne dostu! Lanet! Lanet! Lanet!
“Otobüsten inince farkettim” diye anlatmaya devam ediyor zavallım. “Öyle kötü oldum ki, anlatamam.”
Keşke anlatamasa. Ne yalan söyliyeyim, ben de kötü oldum, ama rahmetli kim, ölüyorum meraktan.
“Gitti gider, ha? Bulunamadı tabii adi herifler!”
“Herifler mi?”
Tü Allah belamı versin! Açık veriyorsun oğlum, sus! Kapa çeneni!
“Eeee... Büyük bir ihtimalle herifler. Tek başlarına çalışmaz ki bunlar! Çete bunlar, çete!”
Dertli dertli iç çekerken, “Gitti” diyor. “Öyle üzülüyorum ki!”
Kolundan çekip sarılıyorum. Saçlarını öperken “Üzülürsün tabii bebeğim” diyorum. “Ama üzülme, açığını kapatırız. Ben sana destek olurum.”
Allah cezamı verecek!
Birden başını kaldırıyor. Kaldırınca da benim ağız Çarşamba Pazarı’na dönüyor.
Ben size demiştim Allah cezamı verecek diye. Bak, verdi bile.
“Oooo! Özür dilerim bitaneeem! Çok acıdı mı?”
“Yok, geçer” diyorum, kanıyor mu diye kontrol ederken. “Sen beni boşver. Hadi anlat.”
“Benim derdim para değil ki! Zaten bizimkilere durumu anlatınca, ertesi gün hemen havale çıkardılar. Yani para sorunum yok.”
“E, neye üzülüyorsun o zaman bu kadar çok? Cep telefonun da mı gitti çantayla beraber?”
Ulan öyleyse yaktım çıranı senin Yılmaz!
“Yooo, hayır. Allah’tan o cebimdeydi.”
“Neyse ki.”
“Benim üzüldüğüm ne, biliyor musun? Antika bir tarak vardı çantamda. Hani şöyle bir tutam saç alınıp tutturulur ya, o taraklardan. Ama antika.”
“A be yavrum, sen de ne taşırsın çantanda öyle antika mantika şeyleri!”
“Ama o benim uğurumdu!”
Gözleri doluyor aşkımın. İçim daralıyor. Şeytan diyor, git bi koşu eve, al getir! Şeytana uyulur mu hiç! Zinhaaar! Oturuyorum haliyle.
“O tarak var ya” diye devam ediyor burnunu çeke çeke, “ondan iki tane varmış. Yani onun bir eşi var ama nerede bilmiyorum.”
“Kimde olduğunu biliyorsan buluruz aşkım. Yeter ki sen bana bir isim ver. Fizanda olsa, gider bulur alırım.”
Benim yatacak yerim yok! Mezarda dik yatacağım bu gidişle!
Yanağıma bir öpücük kondurup “canım benim” diyor. “Bilsem keşke. Anneannemin annesinden kalma onlar. Onlardan da annemle teyzeme kalmış. Teyzem..... teyzem....”
Birden boynuma atılıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyor. Ne yapacağımı şaşırıyorum. Sıkı sıkı sarılıp ağlamasının bitmesini bekliyorum.
Neden sonra “özür dilerim” diye mırıldanıyor. “Afedersin. Sinirlerim çok bozuk.”
Ulan! Bir ekmek içi dönere bu kız böyle üzülür mü! Ben çok kötü bir herifim abi yaaaa!
“Anlat canım, anlat. Açılırsın.”
“Teyzemi gencecikken kaybettik. Annem de onun tarağını bana verdi. Verirken de, bak bu tarak teyzenin simgesi. Sakın kaybedeyim deme, diye sıkı sıkı tembih etti. Çantanın içinde tarağın da olduğunu bizimkiler bilmiyorlar, söyleyemedim. Sanki teyzem ikinci kez ölmüş gibi oldu. Hem de benim salaklığım yüzümden. Hiç affetmiyorum kendimi, hiç!”
Ben de sevgilim, ben de.
“Bir dakika” diyorum, “kafam karıştı.” Gerçekten de karıştı.
“Şimdi bu antikanın biri sendeydi, çalındı. Ötekinin nerede olduğunu bilmiyorsun. E, anneannen annene vermemiş mi o zaman? Hı? Niye? Küsler miymiş?”
“Yok canım, vermiş. Öteki tek annemdeymiş. Evde bir emektar kadın varmış; annemlere de o bakmış, bize de. Bir gün benim nefes boruma bir şey kaçmış oynarken, boğuluyormuşum. Annem delirmiş, benden beter çırpınmaya başlamış. Emektar, beni tepetaklak edip iki silkelemiş, o nefes boruma kaçan şey fırlayıvermiş, kurtulmuşum. Anneciğim ağlayarak bir beni öpüyormuş, bir kadını. Dile benden ne dilersen, demiş. Çocuğumu ölümden kurtardın, herşey hakkın. Kadın da o tarağı dilemiş. Annemin içi gitmiş ama laf ağızdan bir kere çıkar bizde. Gönlü elvermeden de olsa vermiş.”
“O kadın nerede şimdi? Öldü mü?”
“Bilmiyorum ki! Annemler de bilmiyorlar.”
“Ne yani? Tarağı alınca emektar emekli mi oldu?”
Gülüyor.
“Onun gibi bir şey. Emektarın bir ahretliği varmış.”
“Neyi, neyi?”
“Ahretliği.”
“O da ne demek?”
“Valla ben de bilmiyorum ama kanka gibi bir şey herhalde.”
“Ahiretle ne ilgisi var ki?”
“Sanırım öte tarafa gidince birbirleri için şahitlik yapacaklar sorgu sual faslında.”
“Hadi yaaaaa! Ulan, işe bak! Hiç bilmiyordum, iyi mi!”
“Bana komik geliyor. Allah bilmiyor mu sanki kimin ne halt işlediğini, di mi ama? Yalancı şahitlik mi yapacaklar ki, ahretlik tutuyorlar? Kimi kandırıyorsunuz! Saçma!”
“Bence de! Allah Allaaaah! E, sonra?”
“Sonra, bir gün eve haber geliyor. Ahretliğin ölmek üzere; acilen gel, diye. Bizim emektar ağlaya ağlaya gidiyor. Rahmetliyi toprağa verdikten sonra eve döndüğünde bizimkilere, ahretliğin kızı beni yanına almak istiyor, diyor. Yaşlandın artık, gel ben sana anam gibi bakarım dedi, diyor. Artık çok yaşlandım, işinize yaramam, diyor. Bizimkiler çok üzülüyorlar. Ne kadar burası da senin evin, biz de sana güller gibi bakarız, diyorlarsa da emektar, ahretliğimin kızı, diyor da başka bir şey demiyor. Ankara’daydılar. Arada ziyaretine gidiyorduk. Son gidişimizde baktık, kapı duvar. Komşular başka şehire göçtüklerini söylediler ama neresi olduğunu onlar da bilmiyorlarmış. Ya sevgilim, işte böyle. Tarak gitti gider yani. İçimde koca bir yara da işler ha işler. Kahroluyorum.”
Durup dururken birden gözlerim doluverdi. Vicdan azabım, gırtlağıma kadar gelmiş, “artık beni daha fazla bastırmana izin vermiyorum” diyerek isyan ediyordu. Yataktan fırladığım gibi kendimi banyoya attım. Kızcağızın kafası olmuş meyva gibi çarşafa düşüvermişti.
“Hey! N’oluyor?” diye bağırdı arkamdan.
“Yok bir şey. Duş alacağım. Sen kahveleri hazırla.”
Evet! Hödüğüm, hırtım, ayıyım, hıyarım, magandayım! Ne derseniz deyin, kabulüm. Ama n’apayım; onun yanında ağlamak istemedim işte. Hem nasıl açıklardım? Bir yalan daha mı? Yalan söylemekten ve bu yalanları sürdürmekten öyle yorgun düşmüştüm ki!
Banyo sonrası kahve faslında, “biliyor musun, iyi ki üçüncü katta oturuyorsun.” dedim durup dururken.
Yüzüme tepeden tepeden bakarak, “niye ki?” diye sordu.
“Niyesi var mı, canım? Görmüyor musun, hırsızlıklar aldı başını gidiyor.”
“Ne yani? Böylelikle hırsızların şerrinden korunmuş mu oluyorum? Hah! Sana öyle geliyor!”
Kalbim küt küt çarpmaya başlamıştı. Nihayet konuya geliyorduk.
“Yoksa buraya da mı girdiler?” diye sordum endişeyle.
Acayip sahtekarım!
“Yooo.” dedi, altına aldığı ayağını uzatırken. “Beni dışarıda çarptılar.”
“Demeee! Ne zaman? Nerede?”
Ve hepimizce malûm olayı başladı anlatmaya.
“Aybaşıydı. O sabah bizimkiler beşyüz göndermişlerdi. Sevim’le..”
“Kim?”
“Ev arkadaşım, canım. Anlatmıştım ya. Onunla bankaya gidip yüzyirmibeşerden ikiyüzelli milyon kiramızı yatırdık. Sonra kuaföre gittik. Bir ellilikte orada bıraktıktan sonra Sevim’e kırkbeş milyon verdim. Faturalardan payıma düşen o kadardı. O ödemeleri yapmaya gitti. Ben de Leyla’yla Taksim’de buluştum. Beraber Akmerkez’e gidip dolaşacaktık.”
“Gitmediniz mi? Yoksa Taksim’de mi çarpıldın!”
Çok adiyim!
“Gittik. Otobüse paralı bindim, zil indim, maalesef.”
“Otobüste mi soyuldun yani? Belki binmeden/”
Kızgınlıkla lafımı kesti. “Olur mu canım! Otobüs parasını ben ödedim.”
“Haaa! O zaman haklısın tabii.”
Bir yandan da habire hesap yapıyor, Yılmaz beni ne kadar kazıkladı, onu anlamaya çalışıyordum.
Koyun can derdinde, kasap et.
Şöyle kafadan bir toplama çıkarma yaptım; otobüsteyken Betül’ün çantasında ikiyüzseksen milyon olması gerekiyordu. Tabii önceden kalan para yoksa. İkiyüzseksen bölü iki ne eder? Vay adi, vay! Seksenbeş milyon kazıklamış beni, düz hesap! Diyorum ben size, bu zamanda ne arkadaşı, ne dostu! Lanet! Lanet! Lanet!
“Otobüsten inince farkettim” diye anlatmaya devam ediyor zavallım. “Öyle kötü oldum ki, anlatamam.”
Keşke anlatamasa. Ne yalan söyliyeyim, ben de kötü oldum, ama rahmetli kim, ölüyorum meraktan.
“Gitti gider, ha? Bulunamadı tabii adi herifler!”
“Herifler mi?”
Tü Allah belamı versin! Açık veriyorsun oğlum, sus! Kapa çeneni!
“Eeee... Büyük bir ihtimalle herifler. Tek başlarına çalışmaz ki bunlar! Çete bunlar, çete!”
Dertli dertli iç çekerken, “Gitti” diyor. “Öyle üzülüyorum ki!”
Kolundan çekip sarılıyorum. Saçlarını öperken “Üzülürsün tabii bebeğim” diyorum. “Ama üzülme, açığını kapatırız. Ben sana destek olurum.”
Allah cezamı verecek!
Birden başını kaldırıyor. Kaldırınca da benim ağız Çarşamba Pazarı’na dönüyor.
Ben size demiştim Allah cezamı verecek diye. Bak, verdi bile.
“Oooo! Özür dilerim bitaneeem! Çok acıdı mı?”
“Yok, geçer” diyorum, kanıyor mu diye kontrol ederken. “Sen beni boşver. Hadi anlat.”
“Benim derdim para değil ki! Zaten bizimkilere durumu anlatınca, ertesi gün hemen havale çıkardılar. Yani para sorunum yok.”
“E, neye üzülüyorsun o zaman bu kadar çok? Cep telefonun da mı gitti çantayla beraber?”
Ulan öyleyse yaktım çıranı senin Yılmaz!
“Yooo, hayır. Allah’tan o cebimdeydi.”
“Neyse ki.”
“Benim üzüldüğüm ne, biliyor musun? Antika bir tarak vardı çantamda. Hani şöyle bir tutam saç alınıp tutturulur ya, o taraklardan. Ama antika.”
“A be yavrum, sen de ne taşırsın çantanda öyle antika mantika şeyleri!”
“Ama o benim uğurumdu!”
Gözleri doluyor aşkımın. İçim daralıyor. Şeytan diyor, git bi koşu eve, al getir! Şeytana uyulur mu hiç! Zinhaaar! Oturuyorum haliyle.
“O tarak var ya” diye devam ediyor burnunu çeke çeke, “ondan iki tane varmış. Yani onun bir eşi var ama nerede bilmiyorum.”
“Kimde olduğunu biliyorsan buluruz aşkım. Yeter ki sen bana bir isim ver. Fizanda olsa, gider bulur alırım.”
Benim yatacak yerim yok! Mezarda dik yatacağım bu gidişle!
Yanağıma bir öpücük kondurup “canım benim” diyor. “Bilsem keşke. Anneannemin annesinden kalma onlar. Onlardan da annemle teyzeme kalmış. Teyzem..... teyzem....”
Birden boynuma atılıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyor. Ne yapacağımı şaşırıyorum. Sıkı sıkı sarılıp ağlamasının bitmesini bekliyorum.
Neden sonra “özür dilerim” diye mırıldanıyor. “Afedersin. Sinirlerim çok bozuk.”
Ulan! Bir ekmek içi dönere bu kız böyle üzülür mü! Ben çok kötü bir herifim abi yaaaa!
“Anlat canım, anlat. Açılırsın.”
“Teyzemi gencecikken kaybettik. Annem de onun tarağını bana verdi. Verirken de, bak bu tarak teyzenin simgesi. Sakın kaybedeyim deme, diye sıkı sıkı tembih etti. Çantanın içinde tarağın da olduğunu bizimkiler bilmiyorlar, söyleyemedim. Sanki teyzem ikinci kez ölmüş gibi oldu. Hem de benim salaklığım yüzümden. Hiç affetmiyorum kendimi, hiç!”
Ben de sevgilim, ben de.
“Bir dakika” diyorum, “kafam karıştı.” Gerçekten de karıştı.
“Şimdi bu antikanın biri sendeydi, çalındı. Ötekinin nerede olduğunu bilmiyorsun. E, anneannen annene vermemiş mi o zaman? Hı? Niye? Küsler miymiş?”
“Yok canım, vermiş. Öteki tek annemdeymiş. Evde bir emektar kadın varmış; annemlere de o bakmış, bize de. Bir gün benim nefes boruma bir şey kaçmış oynarken, boğuluyormuşum. Annem delirmiş, benden beter çırpınmaya başlamış. Emektar, beni tepetaklak edip iki silkelemiş, o nefes boruma kaçan şey fırlayıvermiş, kurtulmuşum. Anneciğim ağlayarak bir beni öpüyormuş, bir kadını. Dile benden ne dilersen, demiş. Çocuğumu ölümden kurtardın, herşey hakkın. Kadın da o tarağı dilemiş. Annemin içi gitmiş ama laf ağızdan bir kere çıkar bizde. Gönlü elvermeden de olsa vermiş.”
“O kadın nerede şimdi? Öldü mü?”
“Bilmiyorum ki! Annemler de bilmiyorlar.”
“Ne yani? Tarağı alınca emektar emekli mi oldu?”
Gülüyor.
“Onun gibi bir şey. Emektarın bir ahretliği varmış.”
“Neyi, neyi?”
“Ahretliği.”
“O da ne demek?”
“Valla ben de bilmiyorum ama kanka gibi bir şey herhalde.”
“Ahiretle ne ilgisi var ki?”
“Sanırım öte tarafa gidince birbirleri için şahitlik yapacaklar sorgu sual faslında.”
“Hadi yaaaaa! Ulan, işe bak! Hiç bilmiyordum, iyi mi!”
“Bana komik geliyor. Allah bilmiyor mu sanki kimin ne halt işlediğini, di mi ama? Yalancı şahitlik mi yapacaklar ki, ahretlik tutuyorlar? Kimi kandırıyorsunuz! Saçma!”
“Bence de! Allah Allaaaah! E, sonra?”
“Sonra, bir gün eve haber geliyor. Ahretliğin ölmek üzere; acilen gel, diye. Bizim emektar ağlaya ağlaya gidiyor. Rahmetliyi toprağa verdikten sonra eve döndüğünde bizimkilere, ahretliğin kızı beni yanına almak istiyor, diyor. Yaşlandın artık, gel ben sana anam gibi bakarım dedi, diyor. Artık çok yaşlandım, işinize yaramam, diyor. Bizimkiler çok üzülüyorlar. Ne kadar burası da senin evin, biz de sana güller gibi bakarız, diyorlarsa da emektar, ahretliğimin kızı, diyor da başka bir şey demiyor. Ankara’daydılar. Arada ziyaretine gidiyorduk. Son gidişimizde baktık, kapı duvar. Komşular başka şehire göçtüklerini söylediler ama neresi olduğunu onlar da bilmiyorlarmış. Ya sevgilim, işte böyle. Tarak gitti gider yani. İçimde koca bir yara da işler ha işler. Kahroluyorum.”