“Ama beni yakalattırırsın.... Bak, istediğin her şey üstüne yemin ederim ki, ben yapmadım. Ben çalmadım çantanı. Tamam, çalanla beraberdim ve amacımız buydu ama nereden bilebilirdim ki..... Ah, ne olur beni affet.... Bu, ilk ve son işimizdi, inan ki doğruyu söylüyorum sana... Mecburduk Betül, çaresizdik. Yılmaz’ın annesi hasta, babası işsiz bizim gibi... Biliyorsun ortalığın halini, anla.... Şu içeride yatan kadın var ya, bana annemin emaneti ve ben emanete hıyanet ediyorum; ne doktora götürebiliyorum, ne doğru dürüst bakabiliyorum Betül... Bir tas çorba ya da yumurtayla karnını doyurabiliyorum ancak. Biliyorum, bunlar mazeret değil; büyük suç işledik, biliyorum. Ama ne olursun, anlamaya çalış beni...
Biliyor musun, ninemin çok uzun zamandır ilk defa bugün midesine et girdi, hem de senin paranla. Bilmeden de olsa, nasıl sevaba girdiğini bir bilsen... Ah güzel kız, nasıl mutlu olduğunu görseydin hiç üzülmezdin.... Biliyorum, seni ağlatan şey başka.... Beni ağlatan da.... Bugün yaşadıklarıma inanamıyorum Betül... Onursuzum! Utanç içindeyim!
Suç işledim, suçluyum! Suçluyum! Suçluyum ve korkağım! Gidip teslim olamam Betül! Biliyorsun, ninem... hayır, mazeretim ninem olmamalı... Yaşlı bir kadının arkasına sığınıyorum, görüyor musun! Korkuyorum Betül... Bir sürü şeyden ve..... seni sevmekten korkuyorum!
Bana yardım et Allah’ım! Vicdan azabından geberiyorum... Affet beni, affet, affet! Sen de Betül, ne olur sen de affet ve lütfen şuna inan; Allah, sen ve dünya âlem bağışlasanız bile ben kendimi asla, asla affetmeyeceğim, bu suçun ağırlığıyla mezara kadar ezileceğim.”
Ağlaya ağlaya öylece, olduğum gibi uyuyakalmışım. Uyandığımda avucumda Betül vardı. Onun sigarasını onun çakmağıyla yakıp her bir hücreme işlesin diye derin derin, sömürürcesine içime çektim onu.... Saatlerce fotoğrafıyla konuştum; aklımın erdiğinden bu yana ne yaşadıysam hepsini anlattım bir bir. Yalnız sevdamı diyemedim; dilimin ucuna geldi, geldi, yutkundum; gırtlağımda takılıp kaldı tüm duygularım.
Ninem uyanıp da “tembel serseri! Ölü toprağı mı serpildi üstüne? Kalk artık şu zıbardığın yerden!” diye bağırdığında Betül, beni benden iyi tanıyordu. Ne olursa olsun onu görmeliydim, onunla konuşmalıydım, ona “seni seviyorum” demeliydim. Kendimi ona o kadar yakın hissediyordum ki! Betül bende idefiksti artık. Ne ben bendim, ne de o, o; bir olmuştuk. Bendik, oyduk, bizdik; tektik.
İkâmetgah senedinde yazılı olan adresi bulmam zor olmadı. Beş katlı, orta halli bir apartmandı adresteki yer. Daire numarası 6 olduğuna göre üçüncü kattaki iki daireden birinde oturuyordu sevdiğim ama hangisinde? Soyadından bulabilmek için apartman kapısının dışındaki sıra sıra dizili zillere baktım fakat çoğunda hiçbir şey yazmıyordu. Beş ve altıncı zillerdeyse birtakım işaretler vardı. Birinde, hani şu bilgisayarlardaki çizgi suratlar var ya, onlardan, bir gülen bir ağlayan yan yanaydılar. Ötekindeyse yağmur damlaları gibi bir şey çiziliydi; yoksa gözyaşı mıydı? Betül’ün gözyaşları mıydı? İçim koptu, hemen oradan uzaklaştım. Biraz dönüp dolaştıktan sonra evin karşı tarafına düşen, köşedeki bakkala girip bir soda açtırdım. Şişeyi aldım, kapının önüne çıkıp dikildim. On dakikada bir, bir yudum içiyor, böylelikle orada direk gibi dikilmemin ‘birşeyler içerek serinleme’ gibi sıhhi ve çok geçerli bahanesine sığınarak oyalanma süremi uzattıkça uzatmaya çalışıyordum. Bu arada tabii ki kapıları, camları gözlüyor; Betül’ü görebilmek, hadi göremedim diyelim, ondan bir iz bulabilmek için kıvranıyordum. Apartmana girenin çıkanın haddi hesabı yoktu, ama içlerinde Betül de yoktu.
Tırıs tırıs eve dönerken ertesi gün için planlar yapmaya başlamıştım bile. Ya sabah erken saatte gitmeliydim yar gözlemeye, ya da akşamüzeri; anında akşamüzerinde karar kıldım. Sabahları o kadar erken kalkamıyordum; işsizlikten tembelleşmiştim iyice. Hani seviyor muydum? Evet, seviyorum; aksini söyleyen mi var? E, ne olur sanki canım işe giderken değil de, işten dönerken görsem? Bilmem... Herhalde bir işi vardır... Canım, bu zamanda çalışmadan olur mu hiç? Amma da laf ettim ha! Aynaya bak gör halini, oğlum! Hayret bi şey! Bazen ne kadar geri zekâlı oluyorum. Bu kız akıl mı bıraktı başta!
Kimbilir, belki de anasının, babasının biricik kuzusudur fıstık içim; olamaz mı? Her gün o kuaför senin, bu güzellik salonu benim dolaşıyor, harçlığını afiyetle bir güzel yiyordur. Belki de bir üniversitede öğrencidir. Belki de...belki de... Ya, ne bileyim ben yahu! Tanışınca öğreniriz elbet.
Ertesi gün saat altıya doğru evin sokağına gittim. Bekle bekle yok, bekle bekle yok. Daldım apartmana, çıktım üçüncü kata. Baktım, kapılardaki zillerde de o suratlar ve damlalar var. Suratlıya yaklaşıp içeriyi dinledim, çıt çıkmıyordu. Öteki kapıya kulağımı dayadım, uzaktan uzağa bir müzik sesi duyar gibi oldum sanki. Sesi net duyamıyordum çünkü aşağıda iki kadın apartman aidatı hakkında sıkı bir tartışmaya girişmişlerdi; zam yapılacakmış da.... Baktım olacak gibi değil, bu tartışma daha uzayacak; bari çıkayım şuradan, sonra gelirim dedim. Merdivenlerden inerken hani neredeyse gırtlak gırtlağa gelecek olan kadınlar beni görünce birden susup önce birbirlerine sonra bana baktılar. Bakışlarında merak ve nedense bir aşağılama, hor görme vardı. Bir tanesinin arkamdan “Hayrünisacığım, yukarki kızın sözlüsü bu mu?” diye sorduğunu işittim.
Ne! Ne sözlüsü? Ne diyor bu kadın be! Betül sözlü müymüş? Hayır! Olamaz! Allah’ım! Bu bir kâbus! Bu... bu... cehennem ateşi! Bu, bu ne boktan iş! Asla, asla kabul edemem! Ayrılacaklar! Ayrılacaklar! Ayrılacaklar!
İnanın, bütün İstanbul’un tepeme indiğini hissettim. Nefesim daraldı, gözüm karardı, kalbim sıkıştı, midem bulandı. Kendimi dışarı dar attım. Sonrasındaki iki, üç saati Allah inandırsın ki hiç hatırlamıyorum!
Kendime geldiğimde Sarayburnu’ndaydım. Neden buraya geldiğimi hiç bilmiyorum. Bir sigara yaktım, denize dalıp gittim. Öyle gemilere, manzaraya filan değil; sanki gözlerimle delip dibini görmek istercesine bir noktaya bakıyordum. Birden uzaktan uzağa, yıllar öncesinden bir ses koptu geldi, yüreğime doldu. “Kaç defa gittim Sarayburnu’na, kaç defa!” diyordu duygularını bastırmak çabasıyla boğuklaşan ses. “Ama her seferinde ağlaya, ağlaya geri döndüm. Seni düşündüm hep. Ne yapardın el elinde? Kıyamadım... Kendi canıma gözümü kırpmadan kıymaya hazırdım ama sana kıyamadım bebeğim. Kime güvenip de bırakacaktım seni arkamda? O zalim babana mı? Bu gencecik yaşımda bile ölümün soğukluğunu sıcacık ana kucağı gibi hissettiren o değil miydi zaten? Analığına mı güvenecektim? İki gün sonra o da kendi derdine düşecekti; kendini mi koruyacaktı o soysuzun yaba gibi elleriyle savurduğu tokatlardan, yumruklardan, kırkbeş numara ayaklarıyla attığı tekmelerden, seni mi? Ninen de vardı tabii. Ah yavrum, ah! Dayak yerken araya girip bizi koruduğu için sille tokat döverek hastanelik ettiği kadını, ben öldükten sonra acaba bir dakika evde tutar mıydı sanıyorsun? Ya kolundan tuttuğu gibi sokağa fırlatırdı ya da insaflı zamanındaysa bir taksiye koyar, taksiciye de ‘Darülacize’nin kapısında bırak bunu’ diye talimat verip kapıyı kapatırdı. Onun için her seferinde kendimi Sarayburnu’nun serin sularına, aldığını bırakmayan akıntısına bırakmaktan vazgeçtim canımın içi. Sana bunları anlatmakla doğru mu yapıyorum, yanlış mı; bilmiyorum. Çok düşündüm, çok fakat sonunda bilmen gerektiğine karar verdim oğlum. Neden benim babam yok diye dert etme, içlenme artık. O yanımızda olsaydı inan ki çok mutsuz hatta belki de sakat bir çocuktun şimdi”.
Şimdi anlıyordum neden buraya geldiğimi; bilinçaltıma işlemişti demek ki anacığımın anlattıkları. Ben derin derin psikolojik irdelemelere girmişken başka bir zaman diliminden sesleniverdi yine melek annem; “Dinle aslan oğlum, bana iki şey için söz vermeni istiyorum; birincisi, asla ama asla hiç kimseye, hele hele bir kadına el kaldırmayacaksın. Eğer karına, kızına bir fıske attığını duyarsam seni doğduğuna pişman ederim. Eğer, mürüvvetini görecek kadar ömrüm olmazsa da hortlar gelirim, haberin olsun! İkincisine gelince, ninen bizim için çok değerlidir, bilesin. Evet, kan bağımız yok, azıcık da huysuz fakat en azından akrep akrabalarımız gibi zehirli değil. Sen bakma, onun bütün dikliği dilindedir. İçi pırlantadır, pırlanta. Bizde o kadar çok emeği var ki.... Aaaah, ah! Neler yaşadık, neler gördük... Hey gidi günler, hey! Neyse, bir gün anlatırım sana.
Bak, ninen benden sonraya kalırsa yemeyeceksin yedireceksin, içmeyeceksin içireceksin, kısacası elinden ne geliyorsa yapacak ve ona bakacaksın, tamam mı evladım? Şartlar ne olursa olsun, ne yaşarsan yaşa; şu yeryüzüne insan olarak geldiğini hiçbir zaman unutma. Hadi bakayım benim yakışıklı oğlum, şimdi gidiyorum. Sen de nineni bir güzel doyuruver.”
Biliyor musun, ninemin çok uzun zamandır ilk defa bugün midesine et girdi, hem de senin paranla. Bilmeden de olsa, nasıl sevaba girdiğini bir bilsen... Ah güzel kız, nasıl mutlu olduğunu görseydin hiç üzülmezdin.... Biliyorum, seni ağlatan şey başka.... Beni ağlatan da.... Bugün yaşadıklarıma inanamıyorum Betül... Onursuzum! Utanç içindeyim!
Suç işledim, suçluyum! Suçluyum! Suçluyum ve korkağım! Gidip teslim olamam Betül! Biliyorsun, ninem... hayır, mazeretim ninem olmamalı... Yaşlı bir kadının arkasına sığınıyorum, görüyor musun! Korkuyorum Betül... Bir sürü şeyden ve..... seni sevmekten korkuyorum!
Bana yardım et Allah’ım! Vicdan azabından geberiyorum... Affet beni, affet, affet! Sen de Betül, ne olur sen de affet ve lütfen şuna inan; Allah, sen ve dünya âlem bağışlasanız bile ben kendimi asla, asla affetmeyeceğim, bu suçun ağırlığıyla mezara kadar ezileceğim.”
Ağlaya ağlaya öylece, olduğum gibi uyuyakalmışım. Uyandığımda avucumda Betül vardı. Onun sigarasını onun çakmağıyla yakıp her bir hücreme işlesin diye derin derin, sömürürcesine içime çektim onu.... Saatlerce fotoğrafıyla konuştum; aklımın erdiğinden bu yana ne yaşadıysam hepsini anlattım bir bir. Yalnız sevdamı diyemedim; dilimin ucuna geldi, geldi, yutkundum; gırtlağımda takılıp kaldı tüm duygularım.
Ninem uyanıp da “tembel serseri! Ölü toprağı mı serpildi üstüne? Kalk artık şu zıbardığın yerden!” diye bağırdığında Betül, beni benden iyi tanıyordu. Ne olursa olsun onu görmeliydim, onunla konuşmalıydım, ona “seni seviyorum” demeliydim. Kendimi ona o kadar yakın hissediyordum ki! Betül bende idefiksti artık. Ne ben bendim, ne de o, o; bir olmuştuk. Bendik, oyduk, bizdik; tektik.
İkâmetgah senedinde yazılı olan adresi bulmam zor olmadı. Beş katlı, orta halli bir apartmandı adresteki yer. Daire numarası 6 olduğuna göre üçüncü kattaki iki daireden birinde oturuyordu sevdiğim ama hangisinde? Soyadından bulabilmek için apartman kapısının dışındaki sıra sıra dizili zillere baktım fakat çoğunda hiçbir şey yazmıyordu. Beş ve altıncı zillerdeyse birtakım işaretler vardı. Birinde, hani şu bilgisayarlardaki çizgi suratlar var ya, onlardan, bir gülen bir ağlayan yan yanaydılar. Ötekindeyse yağmur damlaları gibi bir şey çiziliydi; yoksa gözyaşı mıydı? Betül’ün gözyaşları mıydı? İçim koptu, hemen oradan uzaklaştım. Biraz dönüp dolaştıktan sonra evin karşı tarafına düşen, köşedeki bakkala girip bir soda açtırdım. Şişeyi aldım, kapının önüne çıkıp dikildim. On dakikada bir, bir yudum içiyor, böylelikle orada direk gibi dikilmemin ‘birşeyler içerek serinleme’ gibi sıhhi ve çok geçerli bahanesine sığınarak oyalanma süremi uzattıkça uzatmaya çalışıyordum. Bu arada tabii ki kapıları, camları gözlüyor; Betül’ü görebilmek, hadi göremedim diyelim, ondan bir iz bulabilmek için kıvranıyordum. Apartmana girenin çıkanın haddi hesabı yoktu, ama içlerinde Betül de yoktu.
Tırıs tırıs eve dönerken ertesi gün için planlar yapmaya başlamıştım bile. Ya sabah erken saatte gitmeliydim yar gözlemeye, ya da akşamüzeri; anında akşamüzerinde karar kıldım. Sabahları o kadar erken kalkamıyordum; işsizlikten tembelleşmiştim iyice. Hani seviyor muydum? Evet, seviyorum; aksini söyleyen mi var? E, ne olur sanki canım işe giderken değil de, işten dönerken görsem? Bilmem... Herhalde bir işi vardır... Canım, bu zamanda çalışmadan olur mu hiç? Amma da laf ettim ha! Aynaya bak gör halini, oğlum! Hayret bi şey! Bazen ne kadar geri zekâlı oluyorum. Bu kız akıl mı bıraktı başta!
Kimbilir, belki de anasının, babasının biricik kuzusudur fıstık içim; olamaz mı? Her gün o kuaför senin, bu güzellik salonu benim dolaşıyor, harçlığını afiyetle bir güzel yiyordur. Belki de bir üniversitede öğrencidir. Belki de...belki de... Ya, ne bileyim ben yahu! Tanışınca öğreniriz elbet.
Ertesi gün saat altıya doğru evin sokağına gittim. Bekle bekle yok, bekle bekle yok. Daldım apartmana, çıktım üçüncü kata. Baktım, kapılardaki zillerde de o suratlar ve damlalar var. Suratlıya yaklaşıp içeriyi dinledim, çıt çıkmıyordu. Öteki kapıya kulağımı dayadım, uzaktan uzağa bir müzik sesi duyar gibi oldum sanki. Sesi net duyamıyordum çünkü aşağıda iki kadın apartman aidatı hakkında sıkı bir tartışmaya girişmişlerdi; zam yapılacakmış da.... Baktım olacak gibi değil, bu tartışma daha uzayacak; bari çıkayım şuradan, sonra gelirim dedim. Merdivenlerden inerken hani neredeyse gırtlak gırtlağa gelecek olan kadınlar beni görünce birden susup önce birbirlerine sonra bana baktılar. Bakışlarında merak ve nedense bir aşağılama, hor görme vardı. Bir tanesinin arkamdan “Hayrünisacığım, yukarki kızın sözlüsü bu mu?” diye sorduğunu işittim.
Ne! Ne sözlüsü? Ne diyor bu kadın be! Betül sözlü müymüş? Hayır! Olamaz! Allah’ım! Bu bir kâbus! Bu... bu... cehennem ateşi! Bu, bu ne boktan iş! Asla, asla kabul edemem! Ayrılacaklar! Ayrılacaklar! Ayrılacaklar!
İnanın, bütün İstanbul’un tepeme indiğini hissettim. Nefesim daraldı, gözüm karardı, kalbim sıkıştı, midem bulandı. Kendimi dışarı dar attım. Sonrasındaki iki, üç saati Allah inandırsın ki hiç hatırlamıyorum!
Kendime geldiğimde Sarayburnu’ndaydım. Neden buraya geldiğimi hiç bilmiyorum. Bir sigara yaktım, denize dalıp gittim. Öyle gemilere, manzaraya filan değil; sanki gözlerimle delip dibini görmek istercesine bir noktaya bakıyordum. Birden uzaktan uzağa, yıllar öncesinden bir ses koptu geldi, yüreğime doldu. “Kaç defa gittim Sarayburnu’na, kaç defa!” diyordu duygularını bastırmak çabasıyla boğuklaşan ses. “Ama her seferinde ağlaya, ağlaya geri döndüm. Seni düşündüm hep. Ne yapardın el elinde? Kıyamadım... Kendi canıma gözümü kırpmadan kıymaya hazırdım ama sana kıyamadım bebeğim. Kime güvenip de bırakacaktım seni arkamda? O zalim babana mı? Bu gencecik yaşımda bile ölümün soğukluğunu sıcacık ana kucağı gibi hissettiren o değil miydi zaten? Analığına mı güvenecektim? İki gün sonra o da kendi derdine düşecekti; kendini mi koruyacaktı o soysuzun yaba gibi elleriyle savurduğu tokatlardan, yumruklardan, kırkbeş numara ayaklarıyla attığı tekmelerden, seni mi? Ninen de vardı tabii. Ah yavrum, ah! Dayak yerken araya girip bizi koruduğu için sille tokat döverek hastanelik ettiği kadını, ben öldükten sonra acaba bir dakika evde tutar mıydı sanıyorsun? Ya kolundan tuttuğu gibi sokağa fırlatırdı ya da insaflı zamanındaysa bir taksiye koyar, taksiciye de ‘Darülacize’nin kapısında bırak bunu’ diye talimat verip kapıyı kapatırdı. Onun için her seferinde kendimi Sarayburnu’nun serin sularına, aldığını bırakmayan akıntısına bırakmaktan vazgeçtim canımın içi. Sana bunları anlatmakla doğru mu yapıyorum, yanlış mı; bilmiyorum. Çok düşündüm, çok fakat sonunda bilmen gerektiğine karar verdim oğlum. Neden benim babam yok diye dert etme, içlenme artık. O yanımızda olsaydı inan ki çok mutsuz hatta belki de sakat bir çocuktun şimdi”.
Şimdi anlıyordum neden buraya geldiğimi; bilinçaltıma işlemişti demek ki anacığımın anlattıkları. Ben derin derin psikolojik irdelemelere girmişken başka bir zaman diliminden sesleniverdi yine melek annem; “Dinle aslan oğlum, bana iki şey için söz vermeni istiyorum; birincisi, asla ama asla hiç kimseye, hele hele bir kadına el kaldırmayacaksın. Eğer karına, kızına bir fıske attığını duyarsam seni doğduğuna pişman ederim. Eğer, mürüvvetini görecek kadar ömrüm olmazsa da hortlar gelirim, haberin olsun! İkincisine gelince, ninen bizim için çok değerlidir, bilesin. Evet, kan bağımız yok, azıcık da huysuz fakat en azından akrep akrabalarımız gibi zehirli değil. Sen bakma, onun bütün dikliği dilindedir. İçi pırlantadır, pırlanta. Bizde o kadar çok emeği var ki.... Aaaah, ah! Neler yaşadık, neler gördük... Hey gidi günler, hey! Neyse, bir gün anlatırım sana.
Bak, ninen benden sonraya kalırsa yemeyeceksin yedireceksin, içmeyeceksin içireceksin, kısacası elinden ne geliyorsa yapacak ve ona bakacaksın, tamam mı evladım? Şartlar ne olursa olsun, ne yaşarsan yaşa; şu yeryüzüne insan olarak geldiğini hiçbir zaman unutma. Hadi bakayım benim yakışıklı oğlum, şimdi gidiyorum. Sen de nineni bir güzel doyuruver.”