Bir saat sonra işe başlamıştım. Ekmek kapım, tıfılın dediği gibi market filân değil, düpedüz bakketti. Bakkal desen değil, büyük; market desen değil, küçük; anlayacağınız kırma bir yer. Buraya dense dense bakket denir; ben öyle diyeceğim, başkası ne derse desin. Çok merkezi yerde ve cebi oldukça doluların oturduğu semtte olduğu için acayip iş yapıyor. Evlere servisi de var. Benim görevim de, telefonla verilen siparişlerin adreslerine ulaşabilmesi için bu ulvi servis işini hayata geçirmek. Anlayacağınız hamallıktan kurtulamadım, ama sınıf atladım; artık kibar hamalım. Ya, biliyorum, şikayet etmeye hiç hakkım yok. Bunu bulamayanlar da var.
Bu iş çıkmasaydı ne yapacaktım, bilmem. Tam zamanında Hızır gibi yetişti vallahi; ilaç oldu, ilaç. Betül’ün paralar suyunu çekmiş, ekonomim dibe vurmuştu yine. Filiz’in haber gönderdiği, işe başladığım gün uyandığımda, daha doğrusu uyandırıldığımda nineme yedirecek lokma, lokma alacak kuruş yoktu. Benim de aç günlerim geri gelmişti. Allah razı olsun şu Filiz’den. Bu iyiliğinin karşılığını ödemek boynumun borcu. Onun istediği şekilde eda edeceğiz artık; kaçarı göçeri yok.
Ama ben Betül’ü seviyorum!
İş, bayağı ballı. Birincisi, her ay başında maaşın yanında belli miktarda erzak hakkımız var. İkincisi, maaş, oldurmuyor ama öldürmüyor da; hiç yoktan iyi. Üçüncüsü, en şugarı; bahşişler.... Başka avantajları da var; mesela, bir sürü insan tanıyorum, onlarla konuşma fırsatı buluyorum. Yetmezmiş gibi bir de hem para hem teşekkür alıp dönüyorum. Moralim süper. Cebim de doyuyor, ruhum da. Bu güne kadar neler yaptım, bir Allah’ın kulu çıkıp da ‘teşekkür ederiz, Allah razı olsun’ filan demedi. Tamam, bütün gün beygir gibi koşturmaktan tabanlarım patlıyor, etim kemiğim sızım sızım sızlıyor, ama olsun. İşimi seviyorum.
Ha, bir kötü yanı var; ninemle yeterince ilgilenemiyorum. Küçücük bir masamız var. Onu yatağın yanına çektim. Ufacık tefeciğimin günlük yiyeceklerini (farkında mısınız, artık çoğul takılıyorum yemekten söz ederken; maşallah deyin) masaya koyuyorum; acıktıkça alıp yiyor. Tuvalet ihtiyacını, çok zor da olsa, kendisi hallediyor zaten. Ama bunlar yeterli değil ki! Çok yalnız kaldı, çok. Akşam eve geldiğimde laflıyoruz fakat o kadar yorgun oluyorum ki, kendimi bir an önce yatağa atabilmek için kısa kesmek zorunda kalıyorum. Dur bakalım, buna da bir çare bulunur elbet.
‘Betül nöbetleri’m, iyice aksadı; ne zamanım var, ne de halim mecalim. Sabahın köründen akşamın zifirine kadar çalışıyorum. İş bittiğinde o kadar yorgun, o kadar bitkin oluyorum ki, eve zor atıyorum kendimi. Topu topu haftada bir güncük iznim var, onun da ilk birkaç saati bakketin temizliğine gidiyor; çalışanlar hep birlikte bir girişiyoruz işe, hemencecik bitiyor. Tamam, itiraf ediyorum; şişiriyoruz. Valla, patron yatsın kalksın da buna şükretsin! Neymiş efendim? Temizlik sabahın köründe, kargalar kahvaltıya durmadan yapmalıymışız. Neden? Çünkü bakketimiz, tatil günleri de sevgili müşterilerine hizmet vermekten onur duyarmış ama ben o kadar onura alışkın olmadığım için temizlik faslından sonra çalışmıyorum. Gelen siparişleri ‘acil servis Muhlis’ hallediyor. Yani anlayacağınız, şöyle gerine gerine bir sabahcık olsun uyuyamıyorum. Her gün yataktan bir telaş kalkmaktan bıktım usandım ama n’apıcaksın; mecburiyet işte!
Dedim ya, bir pazarım var; onun da temizlikten kalan zamanını nineme mi ayırayım, Filiz’e mi, Betül’e mi, kendime mi; şaşırdım kaldım! Yılmaz’ı bile hiç göremez oldum. Ne yapıyor acaba? Annesi iyileşti mi ki? Bir ara uğramalı.
Sosyal hayat, sıfır! Sıfır! İşimiz olsun dediysek bu kadar da demedik ki canım! Evet, haklısınız; bunu bulduğuma bin şükür de, hani daha az zamanımı alan bir iş olsaydı keşke dediydim. Neyse canım, eşek gibi çalıştırılsam da semerimi yüklenip gıkımı çıkarmadan gidip geleceğim, çaresiz. Doğru söylüyorsunuz; hani, nerede iş? Bulmuşum bir kere, hiç bırakır mıyım!
Nerede kalmıştık? İlk Pazar günümde! Ay, ay, ay! Neler oldu, neler! Okuyunca aklınız şaşacak. Hadi, başlıyorum:
İlk izin günümde temizlikten sonra doğru eve gelip ufacık tefeciğimle haşır neşir oldum; hem onun gönlünü almış oldum (oldum mu ki?), hem de vicdanımı rahatlattım. Filizle buluşmak üzere evden çıkarken yine de arkamdan bas bas bağırıyordu. Ah, bu kadını memnun etmek imkansız! “Hangi kadını edebilirsin ki?” diye bir sorun, ben de yaşım gereği sığ olan tecrübemle hemen bağrı yanık bir feryat kopartarak yanıtlayayım; “hiçbiriniiii, hiçbiriniii!”. Tarih yazmamış, öyle diyor büyükler.
Hay Allah! Laf lafı açıyor, laf şeyi; dalgaya düşüp ne anlattığımı unutuyorum. Ha, Filiz! Filiz’e iki saatimi ayırdım, yeter. Aslında iyi kıza benziyor. Güzel de.... Üstelik bana sırılsıklam âşık. Her şey bir yana, minnet doluyum kıza karşı ama hiç belli etmiyorum. Üstüme düştükçe de bir kasılıyorum, bir havalara giriyorum ki, görmeyin gitsin. Şu işe bakın Allah aşkına ya; birinden kaçıyor, ötekini kovalıyorum. Kaçtığım, beni seviyor, kovaladığım, daha beni tanımıyor bile! Tanımıyor bile! Olacak şey mi bu? Kaderimin oyunu mu bu?
Filiz’i yolladıktan sonra Şişli’ye, Betül’ün evinin sokağına ağır ağır yürüdüm. O kadar umutsuzdum ki, pencereye bakmadan evin önünden geçip gidecektim neredeyse.
“Sebzeciiii!”
Ben sebzeci değilim ki, ne diye bakayım?
“Sebzeci!”
Bakkal açık. ‘Bir şişe soda, gazı kaçmadan en uzun ne kadar zamanda içilir’ kategorisinde rekorlar kitabına girmek üzere bakkala yöneliyorum.
“Beyefendiii! Beyefendi, bir dakika bakar mısınız lütfen?”
Bu, bana mı ki? Bakayım bari, beyefendiliği ellere kaptırma ihtimalini ortadan kaldırmak adına sadece. Yoksa beyefendiliğe bayıldığım filân yok ama yine de insanın hoşuna gidiyor kendisine öyle hitap edilmesi; ondan yani. Başımı çevirip sesin geldiği yere bakıyorum:
Ana! Betül! Betül! Betül! Benim Betül’üm! Benim, benim Betül’üm! Allaaaah!
Pencereden eğilmiş, gülümseyerek bana bakıyor! Rüya mı görüyorum? Oy, oy, oy! Bana bir haller oluyor. Bayılacağım galiba.
“Çok özür dilerim. Sebzeciye sesimi duyuramadım da... Rica etsem, seslenip arabayı durdurabilir misiniz?”
Sebze arabasını köşede yakalayıp durduruyorum. Betül’e bakıyorum, “teşekkür ederim” dercesine gülümsüyor kibar kibar. Tek kelime edemiyorum, nutkum tutuluyor. Sırıtamıyorum da... İyice mongollaşıyor, orada öylece kalakalıyorum. Bu arada Betül siparişlerini veriyor. Adam sebzeleri, meyvaları tartıp tartıp poşetlere doldururken mal gibi durmuş adama bakıyorum. Sebzeci poşetleri elime tutuşturup “dört yediyüzelli, abi” diyor. Önce bir şey anlamıyorum. Pencereye bakıyorum, kimseler yok. Neyse ki kan dolaşımım aniden hızlanıyor, beynim çalışmaya başlıyor da Filiz’e sonsuz teşekkürlerimle elimi cebime daldırıp beş milyonu sebzeciye uzatıyorum. İkiyüzelli bini kim bekler? Poşetleri dünyanın en değerli hazineleriymiş gibi binbir itinayla taşıyarak apartmana girerken “ah sebzeci abi, dört yediyüzelli derken bir delikanlının geleceğini nasıl yönlendirdiğini, hayatını nasıl değiştirdiğini bilsen ne yapardın acaba?” diye düşünüyorum. Ve bu dangalak âşık, mankafalığı yüzünden hani neredeyse hayatının fırsatını kullanamayacaktı. Aptalım ben! Aptalım, aptal!
Üçüncü kata çıkıp damla resimli zile basıyorum. Betül, elinde para cüzdanıyla kapıyı açıyor. Cüzdan gıpgıcır.
Beni elimde poşetlerle görünce şaşkınlıktan gözleri yerinden pörtlüyor. Önce olayı kavramaya çalışıyor. Sonra poşetlere atılıp elimden almaya çalışıyor.
“Ama.... ama neden siz getirdiniz? Ben sebzeci getirir diye.... Ah, çok çok özür dilerim.... İnanın.... Hay Allah! Lütfen bana verin onları... Çok utandım... Hay Allah! Hay Allah! Tekrar özür dilerim... Ama neden siz?” ve buna benzer bir sürü laf karmaşasını nefes almadan sıralıyor. Bende tık yok. Ağzı açık ayran budalası gibi apışıp kalmışım, aklım başımda değil. Bir de poşetleri alırken eli elime değmiyor mu, a ha işte oracıkta ölüyorum zaten ben. İnanmazsınız, o an ruhumun bedenimden ayrıldığını resmen hissettim. Bittim ben, bittim, bittim! Artık iflah olmam.
Betül, poşetleri hole, kapı ağzına koyup cüzdanını karıştırırken durmadan söyleniyor; “Olacak şey değil! Hay Allah! Peki, parası? Onu da siz verdiniz değil mi? Beyefendi, inanın çok utanıyorum. Tekrar, tekrar özür dilerim. Borcum ne kadar?”
Benden “Rica ederim.... Ne demek.... Ne zahmeti...” gibi sözler bekliyor ama... Ah, bir konuşabilsem!... Benden ses çıkmayınca başını kaldırıp bakıyor, bakmasıyla da yüzünü endişe, korku hatta biraz da dehşet kaplıyor. Rengi kaçıyor, küle dönüyor. Ne oldu şimdi bu kıza? Yoksa..... yoksa izbandut kocası geldi de arkamda mı dikiliyor? İmdat! Eşhedüenlailaheillallah ve eşhedü......
“Neyiniz var? diye soruyor panik içinde. “Hasta mısınız?”
Sesim çıkmadığı için elimi, kolumu sallıyorum. Artık ne anlarsa...
Gözleri göğsüme iniyor, “yoksa kalp mi? diye soruyor ağlamaklı, ‘nasıl olur bu genç yaşta?’ bakışlarıyla. Ben hâlâ şaşkın tavuk durumlarındayım. Cevap vermemi beklemeden koluma giriyor. “Gelin” diyor, “gelin, biraz dinlenin.”
O beni içeriye taşımaya çalışırken tenimde sıcaklığını duyuyorum ama maalesef tadına varamıyorum çünkü aklım çoraplarımda. Temiz miydi, kirli miydi, delik miydi, yamalı mıydı hatırlamaya çalışıyorum. Deli olacağım! Bir türlü aklıma gelmiyor. Erken bunama mı başladı yoksa? Bunca duygu karmaşası yetmezmiş gibi bir de kıza rezil olma ihtimalinin endişesini ve utancını bu bünye kaldırabilir mi, bilmiyorum.
Hole girince ister istemez ayakkabılarımı çıkartmaya yelteniyorum. Betül hemen karşı çıkıyor.
“Hayır, hayır, lütfen! Hiç önemli değil, inanın. Zorlamayın kendinizi. Haydi, gelin şöyle.”
Oh, şükürler olsun! Yırttık!
Salona giriyoruz. Betül hâlâ kolumda. Rüyamda görsem hayra yormayacağım şeyler yaşıyorum, hem de o kadar isteyip de ulaşamadığım, tüm umudumu yitirdiğim bir zamanda; damdan düşer gibi.
Şimdi ne olacak? Korkuyorum.
Pencerenin önündeki üçlü kanapeye doğru ilerliyoruz. Betül, “Siz şöyle uzanın. Ben su getireyim.” diyor gayet rahat.
Ne! Uzanın mı! O kadar da değil artık! Olur mu ya? Utanırım!
“Yok, yok” diyorum iyice fenalaşmış pozlarda, “iki dakikacık şuraya ilişeyim, yeter.”
“Kesinlikle olmaz” diye itiraz ediyor. Bir koşu içeri gidip elindeki yastığı pofurdatarak geri geliyor. Yastığı kanapenin koluna dayadıktan sonra bir eliyle kolumdan, öteki eliyle ensemden tutup destekleyerek anne şefkatiyle yatırıyor beni. Şimdi yarım yatay, yarım dikey durumda. Daha neler göreceğimi ve bu işin sonunun neye varacağını meraktan gebererek beklerken Betül bacaklarıma sarılıyor.
Duydunuz mu, Betül bacaklarıma sarılıyor, dedim size! A, ama benim de canım var yani! İnsaf! Bu kadarına taş dayanmaz! Ben de daha fazla dayanamıyorum! Dayanamıyorum! Duygular beni ele geçirdi! İmdat!
Elim uzanıp Betül’ün sırtına yaklaşıyor; içim gidiyor, içim! Bir kasa birayı kafaya dikmiş gibiyim. Akıl gitti, duygular ayakta! Daha dokunmadan vücudunun sıcaklığı avuçlarıma yayılıyor, kasılıyorum. Dirseğimin üstünde doğrulup tam beline sarılacakken, “ayaklarınızı da şöyle uzattık mı, tamam.” diyor Betül. O kadar ciddi ki, kalp ameliyatı yapıyor sanki. Onun bu sorumluluk yüklü ciddiyeti ayılmama yetiyor.
Hemen kendimi bırakıp ıhlıyorum. Dönüp yüzüme bakıyor. Hâlim yokmuş da hatırı kırılmasın diye kendimi zorluyormuşum edalarıyla kırık dökük gülümserken, “Ama ayakkabılarım?” diyorum inler gibi. Ne gibisi? Basbayağı inliyorum - da neden? Ah, bir bilse!
“Aman canım, boşverin” diyor, “ayaklarınız kanapenin dışında kalıyor zaten. Şimdi biraz dinlenmeye çalışın. Ben de size su getireyim. Başka bir şey ister misiniz?”
Acındırık acındırık başımı iki yana sallıyorum.
“Tamam” diyor yumuşacık . Pıtır pıtır uzaklaşıyor.
Bu iş çıkmasaydı ne yapacaktım, bilmem. Tam zamanında Hızır gibi yetişti vallahi; ilaç oldu, ilaç. Betül’ün paralar suyunu çekmiş, ekonomim dibe vurmuştu yine. Filiz’in haber gönderdiği, işe başladığım gün uyandığımda, daha doğrusu uyandırıldığımda nineme yedirecek lokma, lokma alacak kuruş yoktu. Benim de aç günlerim geri gelmişti. Allah razı olsun şu Filiz’den. Bu iyiliğinin karşılığını ödemek boynumun borcu. Onun istediği şekilde eda edeceğiz artık; kaçarı göçeri yok.
Ama ben Betül’ü seviyorum!
İş, bayağı ballı. Birincisi, her ay başında maaşın yanında belli miktarda erzak hakkımız var. İkincisi, maaş, oldurmuyor ama öldürmüyor da; hiç yoktan iyi. Üçüncüsü, en şugarı; bahşişler.... Başka avantajları da var; mesela, bir sürü insan tanıyorum, onlarla konuşma fırsatı buluyorum. Yetmezmiş gibi bir de hem para hem teşekkür alıp dönüyorum. Moralim süper. Cebim de doyuyor, ruhum da. Bu güne kadar neler yaptım, bir Allah’ın kulu çıkıp da ‘teşekkür ederiz, Allah razı olsun’ filan demedi. Tamam, bütün gün beygir gibi koşturmaktan tabanlarım patlıyor, etim kemiğim sızım sızım sızlıyor, ama olsun. İşimi seviyorum.
Ha, bir kötü yanı var; ninemle yeterince ilgilenemiyorum. Küçücük bir masamız var. Onu yatağın yanına çektim. Ufacık tefeciğimin günlük yiyeceklerini (farkında mısınız, artık çoğul takılıyorum yemekten söz ederken; maşallah deyin) masaya koyuyorum; acıktıkça alıp yiyor. Tuvalet ihtiyacını, çok zor da olsa, kendisi hallediyor zaten. Ama bunlar yeterli değil ki! Çok yalnız kaldı, çok. Akşam eve geldiğimde laflıyoruz fakat o kadar yorgun oluyorum ki, kendimi bir an önce yatağa atabilmek için kısa kesmek zorunda kalıyorum. Dur bakalım, buna da bir çare bulunur elbet.
‘Betül nöbetleri’m, iyice aksadı; ne zamanım var, ne de halim mecalim. Sabahın köründen akşamın zifirine kadar çalışıyorum. İş bittiğinde o kadar yorgun, o kadar bitkin oluyorum ki, eve zor atıyorum kendimi. Topu topu haftada bir güncük iznim var, onun da ilk birkaç saati bakketin temizliğine gidiyor; çalışanlar hep birlikte bir girişiyoruz işe, hemencecik bitiyor. Tamam, itiraf ediyorum; şişiriyoruz. Valla, patron yatsın kalksın da buna şükretsin! Neymiş efendim? Temizlik sabahın köründe, kargalar kahvaltıya durmadan yapmalıymışız. Neden? Çünkü bakketimiz, tatil günleri de sevgili müşterilerine hizmet vermekten onur duyarmış ama ben o kadar onura alışkın olmadığım için temizlik faslından sonra çalışmıyorum. Gelen siparişleri ‘acil servis Muhlis’ hallediyor. Yani anlayacağınız, şöyle gerine gerine bir sabahcık olsun uyuyamıyorum. Her gün yataktan bir telaş kalkmaktan bıktım usandım ama n’apıcaksın; mecburiyet işte!
Dedim ya, bir pazarım var; onun da temizlikten kalan zamanını nineme mi ayırayım, Filiz’e mi, Betül’e mi, kendime mi; şaşırdım kaldım! Yılmaz’ı bile hiç göremez oldum. Ne yapıyor acaba? Annesi iyileşti mi ki? Bir ara uğramalı.
Sosyal hayat, sıfır! Sıfır! İşimiz olsun dediysek bu kadar da demedik ki canım! Evet, haklısınız; bunu bulduğuma bin şükür de, hani daha az zamanımı alan bir iş olsaydı keşke dediydim. Neyse canım, eşek gibi çalıştırılsam da semerimi yüklenip gıkımı çıkarmadan gidip geleceğim, çaresiz. Doğru söylüyorsunuz; hani, nerede iş? Bulmuşum bir kere, hiç bırakır mıyım!
Nerede kalmıştık? İlk Pazar günümde! Ay, ay, ay! Neler oldu, neler! Okuyunca aklınız şaşacak. Hadi, başlıyorum:
İlk izin günümde temizlikten sonra doğru eve gelip ufacık tefeciğimle haşır neşir oldum; hem onun gönlünü almış oldum (oldum mu ki?), hem de vicdanımı rahatlattım. Filizle buluşmak üzere evden çıkarken yine de arkamdan bas bas bağırıyordu. Ah, bu kadını memnun etmek imkansız! “Hangi kadını edebilirsin ki?” diye bir sorun, ben de yaşım gereği sığ olan tecrübemle hemen bağrı yanık bir feryat kopartarak yanıtlayayım; “hiçbiriniiii, hiçbiriniii!”. Tarih yazmamış, öyle diyor büyükler.
Hay Allah! Laf lafı açıyor, laf şeyi; dalgaya düşüp ne anlattığımı unutuyorum. Ha, Filiz! Filiz’e iki saatimi ayırdım, yeter. Aslında iyi kıza benziyor. Güzel de.... Üstelik bana sırılsıklam âşık. Her şey bir yana, minnet doluyum kıza karşı ama hiç belli etmiyorum. Üstüme düştükçe de bir kasılıyorum, bir havalara giriyorum ki, görmeyin gitsin. Şu işe bakın Allah aşkına ya; birinden kaçıyor, ötekini kovalıyorum. Kaçtığım, beni seviyor, kovaladığım, daha beni tanımıyor bile! Tanımıyor bile! Olacak şey mi bu? Kaderimin oyunu mu bu?
Filiz’i yolladıktan sonra Şişli’ye, Betül’ün evinin sokağına ağır ağır yürüdüm. O kadar umutsuzdum ki, pencereye bakmadan evin önünden geçip gidecektim neredeyse.
“Sebzeciiii!”
Ben sebzeci değilim ki, ne diye bakayım?
“Sebzeci!”
Bakkal açık. ‘Bir şişe soda, gazı kaçmadan en uzun ne kadar zamanda içilir’ kategorisinde rekorlar kitabına girmek üzere bakkala yöneliyorum.
“Beyefendiii! Beyefendi, bir dakika bakar mısınız lütfen?”
Bu, bana mı ki? Bakayım bari, beyefendiliği ellere kaptırma ihtimalini ortadan kaldırmak adına sadece. Yoksa beyefendiliğe bayıldığım filân yok ama yine de insanın hoşuna gidiyor kendisine öyle hitap edilmesi; ondan yani. Başımı çevirip sesin geldiği yere bakıyorum:
Ana! Betül! Betül! Betül! Benim Betül’üm! Benim, benim Betül’üm! Allaaaah!
Pencereden eğilmiş, gülümseyerek bana bakıyor! Rüya mı görüyorum? Oy, oy, oy! Bana bir haller oluyor. Bayılacağım galiba.
“Çok özür dilerim. Sebzeciye sesimi duyuramadım da... Rica etsem, seslenip arabayı durdurabilir misiniz?”
Sebze arabasını köşede yakalayıp durduruyorum. Betül’e bakıyorum, “teşekkür ederim” dercesine gülümsüyor kibar kibar. Tek kelime edemiyorum, nutkum tutuluyor. Sırıtamıyorum da... İyice mongollaşıyor, orada öylece kalakalıyorum. Bu arada Betül siparişlerini veriyor. Adam sebzeleri, meyvaları tartıp tartıp poşetlere doldururken mal gibi durmuş adama bakıyorum. Sebzeci poşetleri elime tutuşturup “dört yediyüzelli, abi” diyor. Önce bir şey anlamıyorum. Pencereye bakıyorum, kimseler yok. Neyse ki kan dolaşımım aniden hızlanıyor, beynim çalışmaya başlıyor da Filiz’e sonsuz teşekkürlerimle elimi cebime daldırıp beş milyonu sebzeciye uzatıyorum. İkiyüzelli bini kim bekler? Poşetleri dünyanın en değerli hazineleriymiş gibi binbir itinayla taşıyarak apartmana girerken “ah sebzeci abi, dört yediyüzelli derken bir delikanlının geleceğini nasıl yönlendirdiğini, hayatını nasıl değiştirdiğini bilsen ne yapardın acaba?” diye düşünüyorum. Ve bu dangalak âşık, mankafalığı yüzünden hani neredeyse hayatının fırsatını kullanamayacaktı. Aptalım ben! Aptalım, aptal!
Üçüncü kata çıkıp damla resimli zile basıyorum. Betül, elinde para cüzdanıyla kapıyı açıyor. Cüzdan gıpgıcır.
Beni elimde poşetlerle görünce şaşkınlıktan gözleri yerinden pörtlüyor. Önce olayı kavramaya çalışıyor. Sonra poşetlere atılıp elimden almaya çalışıyor.
“Ama.... ama neden siz getirdiniz? Ben sebzeci getirir diye.... Ah, çok çok özür dilerim.... İnanın.... Hay Allah! Lütfen bana verin onları... Çok utandım... Hay Allah! Hay Allah! Tekrar özür dilerim... Ama neden siz?” ve buna benzer bir sürü laf karmaşasını nefes almadan sıralıyor. Bende tık yok. Ağzı açık ayran budalası gibi apışıp kalmışım, aklım başımda değil. Bir de poşetleri alırken eli elime değmiyor mu, a ha işte oracıkta ölüyorum zaten ben. İnanmazsınız, o an ruhumun bedenimden ayrıldığını resmen hissettim. Bittim ben, bittim, bittim! Artık iflah olmam.
Betül, poşetleri hole, kapı ağzına koyup cüzdanını karıştırırken durmadan söyleniyor; “Olacak şey değil! Hay Allah! Peki, parası? Onu da siz verdiniz değil mi? Beyefendi, inanın çok utanıyorum. Tekrar, tekrar özür dilerim. Borcum ne kadar?”
Benden “Rica ederim.... Ne demek.... Ne zahmeti...” gibi sözler bekliyor ama... Ah, bir konuşabilsem!... Benden ses çıkmayınca başını kaldırıp bakıyor, bakmasıyla da yüzünü endişe, korku hatta biraz da dehşet kaplıyor. Rengi kaçıyor, küle dönüyor. Ne oldu şimdi bu kıza? Yoksa..... yoksa izbandut kocası geldi de arkamda mı dikiliyor? İmdat! Eşhedüenlailaheillallah ve eşhedü......
“Neyiniz var? diye soruyor panik içinde. “Hasta mısınız?”
Sesim çıkmadığı için elimi, kolumu sallıyorum. Artık ne anlarsa...
Gözleri göğsüme iniyor, “yoksa kalp mi? diye soruyor ağlamaklı, ‘nasıl olur bu genç yaşta?’ bakışlarıyla. Ben hâlâ şaşkın tavuk durumlarındayım. Cevap vermemi beklemeden koluma giriyor. “Gelin” diyor, “gelin, biraz dinlenin.”
O beni içeriye taşımaya çalışırken tenimde sıcaklığını duyuyorum ama maalesef tadına varamıyorum çünkü aklım çoraplarımda. Temiz miydi, kirli miydi, delik miydi, yamalı mıydı hatırlamaya çalışıyorum. Deli olacağım! Bir türlü aklıma gelmiyor. Erken bunama mı başladı yoksa? Bunca duygu karmaşası yetmezmiş gibi bir de kıza rezil olma ihtimalinin endişesini ve utancını bu bünye kaldırabilir mi, bilmiyorum.
Hole girince ister istemez ayakkabılarımı çıkartmaya yelteniyorum. Betül hemen karşı çıkıyor.
“Hayır, hayır, lütfen! Hiç önemli değil, inanın. Zorlamayın kendinizi. Haydi, gelin şöyle.”
Oh, şükürler olsun! Yırttık!
Salona giriyoruz. Betül hâlâ kolumda. Rüyamda görsem hayra yormayacağım şeyler yaşıyorum, hem de o kadar isteyip de ulaşamadığım, tüm umudumu yitirdiğim bir zamanda; damdan düşer gibi.
Şimdi ne olacak? Korkuyorum.
Pencerenin önündeki üçlü kanapeye doğru ilerliyoruz. Betül, “Siz şöyle uzanın. Ben su getireyim.” diyor gayet rahat.
Ne! Uzanın mı! O kadar da değil artık! Olur mu ya? Utanırım!
“Yok, yok” diyorum iyice fenalaşmış pozlarda, “iki dakikacık şuraya ilişeyim, yeter.”
“Kesinlikle olmaz” diye itiraz ediyor. Bir koşu içeri gidip elindeki yastığı pofurdatarak geri geliyor. Yastığı kanapenin koluna dayadıktan sonra bir eliyle kolumdan, öteki eliyle ensemden tutup destekleyerek anne şefkatiyle yatırıyor beni. Şimdi yarım yatay, yarım dikey durumda. Daha neler göreceğimi ve bu işin sonunun neye varacağını meraktan gebererek beklerken Betül bacaklarıma sarılıyor.
Duydunuz mu, Betül bacaklarıma sarılıyor, dedim size! A, ama benim de canım var yani! İnsaf! Bu kadarına taş dayanmaz! Ben de daha fazla dayanamıyorum! Dayanamıyorum! Duygular beni ele geçirdi! İmdat!
Elim uzanıp Betül’ün sırtına yaklaşıyor; içim gidiyor, içim! Bir kasa birayı kafaya dikmiş gibiyim. Akıl gitti, duygular ayakta! Daha dokunmadan vücudunun sıcaklığı avuçlarıma yayılıyor, kasılıyorum. Dirseğimin üstünde doğrulup tam beline sarılacakken, “ayaklarınızı da şöyle uzattık mı, tamam.” diyor Betül. O kadar ciddi ki, kalp ameliyatı yapıyor sanki. Onun bu sorumluluk yüklü ciddiyeti ayılmama yetiyor.
Hemen kendimi bırakıp ıhlıyorum. Dönüp yüzüme bakıyor. Hâlim yokmuş da hatırı kırılmasın diye kendimi zorluyormuşum edalarıyla kırık dökük gülümserken, “Ama ayakkabılarım?” diyorum inler gibi. Ne gibisi? Basbayağı inliyorum - da neden? Ah, bir bilse!
“Aman canım, boşverin” diyor, “ayaklarınız kanapenin dışında kalıyor zaten. Şimdi biraz dinlenmeye çalışın. Ben de size su getireyim. Başka bir şey ister misiniz?”
Acındırık acındırık başımı iki yana sallıyorum.
“Tamam” diyor yumuşacık . Pıtır pıtır uzaklaşıyor.